Gönülsüz Süper Güç

Kördüğüm olan Suriye sorununun er ya da geç bölgeye istikrarsızlığını ihraç edeceği bekleniyordu. Irak’ta son sürat etki alanını genişleten Irak Şam İslam Devleti IŞİD’in durdurulması amacıyla yeni ortaklıklar doğacak mı? Askeri müdahaleye niyetli olmadığını her fırsatta yineleyen Obama yönetiminin liderlik etmediği bir koalisyonun sorunların çözümünde etkili olması mümkün mü? Dünya düzeni dümeni bırakmış bir kaptanla nasıl yürüyecek?

Selin NASİ Diğer
2 Temmuz 2014 Çarşamba

Geçtiğimiz haftalarda New Republic dergisinde akademisyen Robert Kagan’ın ‘Süper Güçler Emekli Olmaz’ başlıklı bir makalesi yayınlandı. ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası kurulmasına liderlik ettiği liberal demokratik düzenin dünya barışı ve istikrarına ne denli katkı yaptığını anlatıyordu Kagan. Bunu yaparken de Amerikan siyasi kültürünün bir parçası olan seçilmiş ve ayrıcalıklı bir millet olma (American Creed, exceptionalism) bilinci üzerinden demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi değerlerin tüm dünyada yaygınlaştırılması gibi ilahi bir misyon taşıdığının bir kez daha altını çiziyordu. Kagan’a göre, Soğuk Savaş’ın bitişiyle ABD’nin görevini tamamladığı ve ‘normalleşme’ adı altında kendi kıtasına geri çekilip dünyadaki gelişmeleri uzaktan takip etmesinin yeterli olacağı şeklinde bir kanı oluşmuştu. 11 Eylül sonrası Irak Savaşı sürecince atılan bazı yanlış adımların ABD’nin dünyadaki imajına verdiği hasarı ve bunun bir sonraki yönetimin dış politika kararlarına etkisini bir nebze olsun kabul etse de Kagan’a göre bugün Obama Yönetimi normalleşme adı altında aynı hataya düşmüş durumda. ABD dünya siyasetinde liderliği yeni baştan etkin bir şekilde ele almadığı takdirde II. Dünya Savaşı’ndan bu yana kurulmuş olan düzeni yıkmayı amaçlayan güçler kontrol edilemeyecek denli kuvvetlenecek.

Kamuoyunun yüzde 52’si ABD’nin önce iç meseleleriyle ilgilenmesi gerektiğini savunurken Kagan’ın ABD’yi müdahaleye davet eden yazısının bir hayli tepki çektiğini tahmin etmek zor değil. Üstelik rahatsızlık sadece Kagan’la da sınırlı değil. Paul Wolfowitz, Dick Cheney gibi George W. Bush yönetiminde görev almış yeni muhafakazar bakış açısına sahip figürlerin medyada yeniden boy göstermeye başlaması, diğer yandan Washington’da hem Suriye’ye hem Irak’a aynı anda askeri müdahale yapılması yönündeki çağrılar tartışmaları daha da alevlendiriyor. Tepkilerin özünde bugün Suriye ve Irak’ta karşı karşıya olduğumuz durumu 2003 Irak işgaline borçlu olduğumuz gerçeğinin inkâr edilmesi yatıyor. Ancak 29 Haziran itibariyle hilafet ilan etmiş olan Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) -yeni adıyla İslam Devleti İD- Irak’ta sınır kapıları, ticaret geçiş noktaları ve enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirerek stratejik alan üstünlüğünü genişletmesi endişeyle izlenirken bu ilerleyişin önünü kesecek hamleler için yine ABD liderliğinden medet umuluyor.

 

Irak savaşları ile kırılan fay hatları

Geriye dönüp bakıldığında Irak’ın kuzeyde Kürtler, ortada Sünniler ve güneyde Şiiler olmak üzere de facto olarak üçe ayrılış süreci 1991 Körfez Savaşı’na dayanıyor. Amerika’nın müdahalesini fırsat bilerek Saddam yönetimine karşı ayaklanan halklara yönelik kıyımın durdurulması amacıyla 1992’de 36. paralelin kuzeyi ile 32. paralelin güneyi uçuşa kapalı bölgeler olarak ilan edilmişti. Ancak mezhepsel fay hatlarını onarılmaz bir şekilde tahrip eden ve bölgedeki siyasi güç dengelerini İran lehinde değiştiren gelişmelerin başı elbette ki 2003’teki Irak işgali oldu.

Baskı yoluyla da olsa hükmettiği topluluklar üzerinde denge unsuru vazifesi gören Saddam rejimini deviren Bush Yönetimi yeni bir Ortadoğu inşa etmek amacı taşıyordu. Ne var ki Irak’ta tasfiye edilen rejim yanlılarını ilerleyen dönemde siyasi sisteme yeniden entegre edecek bir alt yapının kurulmasında başarılı olamadı. Salt askeri gücün -ki savaşın ilk döneminde gönderilen asker sayısının ve lojistik desteğin yetersizliği ileriki dönemde artan terör saldırılarının sebebi olarak görülecekti- demokratik dönüşüm için yetersiz kaldığı anlaşıldığında Irak hem Iraklılar hem de bölgede savaşan ABD askerleri için çoktan bataklığa dönüşmüştü.

Terörle savaş gönüllerin ve zihinlerin kazanılmasından geçiyordu. Ancak birbiri ardına medyaya yansıyan Ebu Gureyb ve Guantanamo skandalları, tuvalete atılan Kur’an sayfaları, işkence edilen tutukluların görüntüleri zihinlerdeki Amerikan idealini yerle bir etti. İddia edildiği üzere Irak’ta kitle imha silahlarının bulunamamış olması ise ABD’yi salt ekonomik çıkarlarını gözeten işgalci bir ülke konumuna getirdi. Bu bakımdan Pew Global’ın 2005 raporu Irak Savaşı’nı takiben yükselen Amerikan karşıtlığının sadece Müslüman dünyayla sınırlı kalmadığını, Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’dan Güney Amerika’ya küresel bir olgu olduğunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne serdi.

Buna rağmen Bush Yönetimi 2005 Irak seçimlerini demokrasinin zaferi olarak lanse etmeyi tercih etti. Bağdat, Musul ve Bakuba’da intihar eylemleri gölgesinde oy kullanan Iraklılar için 1953’ten beri ilk kez sandığa gidiyor olmaları küçümsenmemesi gereken bir gelişme olsa da demokratik dönüşümün tek göstergesi olamayacağı uzun vadede anlaşılacaktı.

2006’da Nuri el Maliki’nin başa geçmesiyle öncelik güvenlik ve istikrarı sağlamak oldu. Yeni muhafazakârların ülkeye getirmeyi vaat ettiği demokrasinin zaman içinde kök salacağına inanılıyordu. Ancak zaman içinde Irak bölge devletlerinin farklı etnik ve mezhep grupları üzerinden şiddeti körükleyerek kendi etkinlik alanlarını genişletme mücadelesi verdikleri bir arenaya dönüştü. Bunda elbette Maliki’nin Şiileri kayıran mezhepçi politikaları benimsemesinin payı büyük. Sünni halkın tepkilerinin şiddetle bastırılarak siyaset dışına itilmesi bir türlü kökü kurutulamayan terör örgütlerinin giderek güçlenmesiyle sonuçlandı.

 

Obama: Pasiflik mi? Tutarsızlık mı?

Barack Obama başa geçtiğinde transatlantik ilişkileri hasarlı, uluslararası imajı yerlerde bir ABD devraldı. Üstelik ayağının tozuyla ABD’yi sallayan ekonomik krizle baş etmesi gerekecekti. Şimdi Washington’un Irak’tan kademeli asker çekme kararını eleştirenler dış politikanın iç politikadan bağımsız düşünülmemesi gerektiğini göz ardı ediyorlar. Ne uğruna savaştıklarını unutan ABD askerlerinin eve dönmesini sağlayarak savaşları bitirme sözü vermişti Obama. Gerçekten de Irak’ta 2007’de zirve yapan şiddet olayları 2008 sonrası giderek azalmış ve bir bakıma ABD’nin askerlerini geri çekmesine uygun ortam hazırlamıştı. Üstelik Maliki yönetimine belli sayıda asker bırakılabileceği önerisi de sunulmuştu ancak reddedilmişti. ABD askerlerinin Irak’ta görev süresince bağlı olacakları hukuki düzenlemeler üzerinde anlaşılamamış olması ve en önemlisi topraklarında hâlâ yabancı asker varken tam bağımsız bir devlet olamayacağı yönündeki eleştiriler Maliki’nin tercihinde etkili olmuştu.

Irak konusunda demokrasi ile istikrar arasında bir seçim yapıldı. Otoriter de olsa istikrar sağlayacak bir hükümetin mezhepçi politikalarına göz yumuldu. Bu yaklaşımın gerek Irak gerekse bölge açısından uzun vadedeki etkileri öngörülemedi. Ancak öngörülmüş olsaydı bile ABD yönetimi yeni bir devlet mühendisliğine girişir miydi; cevabı muğlak.

 

Caydırıcılık sorunu

Uzun zamandır Başkan Obama’nın dış politika çizgisi içe dönük ve pasif olması sebebiyle yerden yere vuruluyor. Kamuoyunun destek vermediği müdahaleler için Kongre’den onay almasının mümkün olmadığı düşünülürse, Başkan Obama ABD’nin dünya polisliği yapmasına daha en baştan gönüllü değildi ve sonrasında da olmadı. Kaldı ki Arap Baharı’nın başında Libya’ya yapmış olduğu askeri müdahale de oldukça tepki çekmişti. Üstelik deneyimlerin gösterdiği üzere Ortadoğu’da yıkılan diktatörlüklerin yerine farklı ambalajda yeni bir diktatör oturuveriyordu. Burada Tunus’u belki ayrı bir yere koymak gerekebilir. Yine de Washington’un tek odağının Ortadoğu olmayacağının sinyalleri birçok kereler yetkililerce dile getirilmişti. Bunda ABD’nin kaya gazı ve kaya petrolü işleyerek bölgenin enerji kaynaklarına ihtiyacının azalmasının da kuşkusuz payı var.

Bugün dünya siyasetinde kriz olarak niteleyebileceğimiz gelişmelere ABD’nin yaklaşımını değerlendirdiğimizde içe dönüklükten daha tehlikeli bir gidişat göze çarpmakta. O da Başkan Obama’nın söylem ve uygulamaları arasındaki tutarsızlıktan kaynaklanan ‘caydırıcılığı kaybetme’ sorunu. İçinden çıkılmaz hale gelen Suriye, Ukrayna ve Irak’ta yaşananlara bu sorunun tezahürleri olarak bakmak mümkün.

Suriye’ye geri dönersek Obama’nın kırmızı çizgilerin ihlaline gereken karşılığı vermemiş olması ABD’nin güvenilirliğine zarar verirken, Esad rejiminin elini güçlendirdi. Kendisini koltuğundan edecek bir müdahalenin gelmeyeceğine güvenerek daha şiddetli bir mücadeleye girişen iktidara karşı muhalif güçlere silah ve maddi destek gönderilmesi ise kaynak israfı ve daha çok kan dökülmesinden başka bir işe yaramadı. Zamanında gönderilen yardımların hangi örgütün eline geçtiği şüpheli. Ancak burada da Obama yönetiminin tutarsızlık olarak nitelendirilen adımlarının ardında demokrasi ve istikrar ikilemi yatmakta. Esad devrildiği takdirde yerine kimin/neyin geçeceğinin meçhul olması, muhaliflerin etkin bir blok oluşturamaması gibi faktörler Obama’yı Irak’taki benzeri bir maceraya atılmaktan alıkoydu.

Çok taraflı ve işbirliği yanlısı bir dış politika izlemek, sorunları askeri güçle değil diplomatik yöntemlerle çözmek elbette siyasi bir tercih. Bu şekilde alınan kararların uluslararası meşruiyeti de sağlanmış olur. Ancak ödün veren, yatıştırmacı bir dış politikanın bedelleri ise ağırdır. Uluslararası sistemin kurallarını yeri geldiğinde bizzat kendiniz esnetir, kuralları ihlal edenlere göz yumar ve onları yaptırımsız bırakırsanız, kuralsızlığı kural haline getirmenin yolunu açmış olursunuz.

Suriye’deki iç savaşın beslediği terörün bölgeye yayılacağı konusunda yapılan uyarılara karşın, zamanında ve etkin bir şekilde karşılık verilmemesinin faturası bugün IŞİD’in Irak’ta son sürat ilerleyişiyle ortaya çıktı. Irak hızla bölünürken, sınırlar da değişiyor. IŞİD’in nerede duracağını kestirmek güç. Bir sonraki hedefin Ürdün olduğu gözleniyor. Vahşeti propaganda amacı haline getirmiş olan örgütün önünü kesmek için bölgede bundan birkaç yıl önce birlikte saf tutacağını tahmin edemeyeceğimiz aktörlerin işbirliği yapabileceklerine dair işaretler var. Ancak ABD’nin liderliği olmadan kimse harekete geçemiyor.

ABD’li yetkililer ile bölge liderleri arasında diplomasi trafiği devam ederken IŞİD’i geri püskürtecek insansız hava araçları (İHA) ile sınırlı bir hava harekatı beklentisi oluşmuş durumda. Bir taraftan da karadan askeri destek sağlanmadan hava saldırısının ne denli etkili olacağı tartışılıyor. Washington karadan müdahaleye karşı olduğunu pek çok kez yinelerken Bağdat çevresinde istihbarat ve askeri koordinasyon sağlamak amacıyla 800’e yakın özel harekat askeri konuşlandırdı. Ayrıca Kongre’ye Suriye’deki ılımlı muhaliflere her türlü eğitim, askeri ve lojistik destek sağlanması amacıyla 500 milyon dolarlık bir paket önerisi sunuldu.

Bölgeye gönderdiği personelin güvenliğini sağlamak amacıyla Bağdat çevresinde İHA’ların izleme uçuşları yapması ABD’nin IŞİD’i her an  vurabileceği yönünde beklentileri yükseltti. Ancak, Obama’nın 22 Haziran’da IŞİD’in tehlikeli olduğunu kabul etmekle beraber ABD ulusal güvenliği açısından öncelikli bir tehdit olmadığına ilişkin yapmış olduğu açıklama beklenen müdahalenin neden geciktiğinin veya belki de hiç gelmeyeceğinin kanıtı. Radikal bir gelişme olmadığı takdirde bekle-gör politikası devam edecek. Özetle, Başkan Obama büyük kahramanlıklarla tarihe geçme niyetinde değil. Kagan’ın işaret ettiği üzere ABD dış politikada sorunları uzaktan idare ederek çözmeye çalıştıkça sorunlar çözülmüyor aksine şekil değiştirerek büyüyor. Okyanus ötesi sınırların sağladığı avantajla kendini güvende hisseden Obama yönetimi tehlikenin farkına varıp da müdahale etmek istediğinde iş işten geçmiş olacak. O zamana dek gönülsüz bir süper gücün yönettiği sistemde, tehditlerle kendi başımıza baş etmenin yollarını aramamız gerekiyor.