Avrupa Parlamentosu seçimlerinin düşündürdükleri

Avrupa Parlamentosu (AP) seçim sonuçlarına göre üye devletler genelinde AB karşıtı, aşırı sağ ve aşırı sol partilerin oy oranlarını artırmaları hatta bazı ülkelerde seçimi birinci parti olarak bitirmeleri AB’nin varoluşu ve geleceği açısından ciddi bir tartışma başlattı

Selin NASİ Dünya
4 Haziran 2014 Çarşamba

Barajı geçerek temsil hakkı kazanan partilerin ulusal değil siyasi eğilimlerine göre gruplar oluşturduğu Avrupa Parlamentosu’nda etkin olan blokların dağılımı 2009 seçimlerine kıyasla pek değişmedi. Avrupa Halk Partisi grubu (EPP-merkez sağ) 213; Avrupa Sosyalist ve Sosyal Demokrat grubu (S&D-merkez sol) 191, Demokrat ve Liberaller İttifakı 64 milletvekili çıkarırken, Yeşiller 52 üyeyle diğerlerini takip ediyor. Siyasi söylemler bakımından birbirlerinden farklılıklar gösteren aşırı sağ ve aşırı sol partilerin parlamentoda ortak bir grup kurabilecek çoğunluğa ulaşmaları beklenmese de, seçim sonuçlarıyla kendini dışa vuran AB karşıtlığını görmezden gelmek mümkün değil.

 

KİMLİK BUNALIMI MI? BİLİNÇLİ TERCİHLER Mİ?

Marjinal partilerin yükselişe geçmesinin ardındaki yatan nedenler AB’nin bir türlü merhem olamadığı ekonomik sorunlar; nüfusu giderek yaşlanan kıta Avrupası’nda sosyal refah devletinin girdiği darboğaz, büyüme hızının durması, ücretlerin gerilemesi ve tırmanan işsizlik. Ekonomik krizin daha derinden vurduğu Güney Avrupa, Almanya öncülüğünde yürürlüğe konulan tasarruf önlemlerinin beklenilen sonucu vermemiş olmasına tepki duyarken, refah düzeyi nispeten daha yüksek olan Kuzey Avrupa ise bir taraftan güneyin yükünü taşımak istemezken, diğer yandan mevcut iş imkânlarını kaptırmak istemediğinden birliğin serbest dolaşım ve göçmen politikalarından rahatsız. Ortak para biriminin finansal etkileri ise Avrupa genelinde bir diğer tartışma konusu.

AP seçimleriyle yüzleştiğimiz sonuç ise ekonomik sorunların propaganda amacıyla kullanılarak sosyo-kültürel fay hatları üzerinden kitlelerin mobilize edilmiş olması ve bunda belirgin ölçüde başarıya ulaşılmasıdır. Hatırlamak gerekirse Avrupa Birliği, II. Dünya Savaşı sonrasında gelecekte yeni bir dünya savaşının önüne geçilmesi amacıyla Avrupalı devletlerin önce ekonomik daha sonra siyasi entegrasyonunu öngören barışçı bir proje olarak doğmuştu. Altı üye ile yola çıkıp bugün 28 üyeye ulaşan AB, temsil ettiği demokratik değerler açısından hâlâ ilham verici bir kurum niteliği taşısa da, bugün Avrupa idealinin ve kimliğinin ulusal çıkarlara yenildiğine tanıklık ediyoruz. Kamuoyunda hakim olan hoşnutsuzluğun etnik ve dini azınlıklara, göçmenlere yöneltilmesi ve nefret söylemini benimseyen partilere parlamentoda temsil hakkı tanınmış olmasını hafife almamak gerekir. Özellikle tam da Brüksel ve Paris’ten ardı ardına gelen, Yahudileri hedef alan saldırı haberleriyle sarsılmışken.

Şunu belirtmek gerekir ki AP seçimlerinde, genel seçimlerden farklı olarak katılım oranlarının düşük olması ve seçim sisteminin radikal partilerin temsiline olanak tanıması aşırı uç partilerin oylarını artıran unsurlar arasında. Öte yandan, seçim sonuçlarının iktidar partileri açısından güvenoyu etkisi yaptığı; hatta İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde erken seçim tartışmalarına yol açtığı da bir gerçek. Bu sebeple seçimlerin hemen ertesinde AB liderleri tarafından sonuçları değerlendirme çalışmalarına başlandı bile.

 

SEÇİM SONUÇLARI AB POLİTİKALARINI NE DERECE ETKİLER?

AB projesini yeniden ayaklandıracak somut çözüm arayışları sürerken diğer taraftan merkez partilerin seçimlerde yaşadıkları kan kaybını telafi etmek için kamuoyunun desteğini alan popülist söylemleri benimsemelerinden endişe ediliyor. Bu, göçmen politikalarında daha kısıtlayıcı tedbirler alınması, serbest dolaşım konusunda belki de Fransa’nın öne attığı gibi AB içinde vizesiz münferit alanların yaratılması gibi1 Avrupa entegrasyonunu zayıflatacak yönde uygulamalara ulusal desteği beraberinde getirebilir. ABD karşıtı ve dolayısıyla NATO karşıtı söylemlerin giderek güç kazanması ise AB’nin gerek ticaret gerekse ortak savunma güvenlik konularında ABD ile işbirliğini daha da sorgulamasına yol açacaktır. Ancak savunma konusunun bütçelerinde ufak bir paya sahip olduğu AB ülkelerinin güvenliği ABD liderliğinde NATO’ya emanetken, ABD’ye tümden sırt çevrilmesi yerine transatlantik ittifakının gönüllüler koalisyonları üzerinden işleyeceğini öngörmek daha gerçekçi olacaktır.

 

AB’NİN RUSYA’YA YAKLAŞIMI

Halihazırda Ukrayna krizi AB ülkelerinin ortak hareket etmekte ne denli güçlük çektiğini ortaya koymuştu. Enerji kaynaklarının çeşitlenmesi konusunda masa başında hararetli tartışmalar süredursun, Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımların uygulanmasındaki gönülsüzlük, ulusal çıkarların ortak savunma ve güvenlik politikalarına galip geldiğinin bir kanıtı oldu. Halen tartışılan Fransa’nın Rusya’ya uçak gemisi satışı, Almanya’nın ticari ortaklıkları, İngiltere’nin emlak piyasası ve finans sektörünün Rus zenginlerinin yatırımlarını kaçırmak istememesi aslında ironik bir şekilde barış için medet umulan liberal kapitalist düzenin yatıştırma politikalarına nasıl geçit verdiğini gösteriyor. Uluslararası ilişkilerde karşılıklı bağımlılık ilkesini benimseyen ve ülkelerin iç içe geçmiş ticari bağlarının çatışmayı önleyeceğini/azaltacağını savunan liberal paradigmanın kârı kaybetmemek adına Rusya’nın yayılmacılığını önleyemediğini ve ülkelerinin elini kolunu bağladığını görüyoruz. 

Bu arada seçimlerde çıkış yapan radikal partilerin birçoğunun Rusya’ya sempati beslediğini de not etmek gerek. UKİP lideri Nigel Farage AB’nin Rusya politikasını pervasız olarak nitelerken “Başkan Putin’in en takdir ettiği siyasi lider” olduğunu söylemekten çekinmiyor. Yunanistan’ın Syriza Partisi Rusya’nın AB’nin stratejik ortağı olmasının savunurken ekonomik yaptırımların AB’yi yıpratmaktan öte sonuç vermeyeceğine inanıyor. Moskova’ya yaptığı ziyaretler çerçevesinde Putin iktidarıyla samimi ilişkiler yürüten Fransa’nın Milliyetçi Cephe Partisi (FN), Macaristan’dan Jobbik ve Avusturya’dan Özgürlük Partisi (FPÖ) Kırım’a gözlemci göndererek Rusya’ya katılmak amacıyla düzenlenen referandum sonuçlarının meşruiyetini tanıdıklarını açıklamışlardı.2

 

BATI İTTİFAKI’NIN GELECEĞİ

Hal böyleyken, güçler dengesi açısından AB’nin içine gireceği olası bir siyasal istikrarsızlık özellikle uluslararası sistemde jeopolitiğin öneminin yeniden keşfedildiği şu günlerde oldukça önem taşıyor. ABD’nin Obama liderliğinde izlediği içedönük dış politika çizgisi de hesaba katıldığında statüko karşıtı güçlerin nasıl çevreleneceği konusuna getirilen farklı yaklaşımlar batı ittifakının ortak çıkarlarının yeniden tanımlanması gerektiğine işaret ediyor. Varılacak uzlaşma aynı zamanda nasıl bir dünya düzeninde yaşamak istediğimiz soruna da cevabı beraberinde getirecek. I. Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümünü geride bırakırken AB projesinin neden önemli olduğunu hatırlamak için bugün Milliyetçi Cephe’ye meyleden Fransa’nın yetiştirdiği devlet adamı Jean Monnet’nin 1943’te sarf ettiği sözlerini anmakta fayda olduğuna inanıyorum: “Devletler milli egemenlik temelinde yeniden yapılanmadıkları takdirde, barış içinde bir Avrupa olmayacaktır... Avrupa devletleri halklarına gerekli refah ve toplumsal kalkınmayı temin etmek için çok küçüktürler. Avrupa devletleri kendileri için federasyon kurmalıdırlar.”

 

 

Yaşadığımız ülkenin takip etmekte zorlandığımız gündem çeşitliliği ve içinden geçmekte olduğumuz seçim sürecinin de etkisiyle bir hayli uzaklaştığımız AB üyelik hedefi AP’nin bugünkü yapılanmasında hâlâ geçerliliğini koruyor mu?

 

Konuyu TÜSİAD Brüksel Temsilcimiz Bahadır Kaleağası şöyle yorumluyor: “Türkiye açısından temel veriler değişmedi. AB üyeliği temel ulusal çıkar olmaya devam ediyor. Ancak bugüne göre çok daha güçlü bir demokrasi, ekonomi ve sosyal kalkınma ülkesi olabilen bir Türkiye AB üyeliğine hazır hale gelecek. Öyle bir Türkiye’nin de önünde hiç bir AB aşırı sağ veya demagojik siyasal söylemi duramaz. Türkiye Avrupa’nın geleceğinde olumlu rol oynayan, dünyada demokrasi ve sosyal kalkınma için model olan bir ülke olur.”


Kısaca sonuçları bir kez daha özetlemek gerekirse:

Fransa’da aşırı sağcı Milliyetçi Cephe (FN) yüzde 25, Danimarka’da Halk Partisi yüzde 26’lık oy alarak ülkelerinden birinci parti olarak çıktılar. Yunanistan’da ise aşırı solu temsil eden SYRİZA oyların yüzde 26’sını alarak birinci oldu. AB’den çıkıp çıkmamak üzerine 2017’nin sonuna doğru referanduma gidecek olan İngiltere’de ise AB karşıtı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi UKIP yüzde 27’lık oy oranıyla birinci gelerek, İşçi Partisi ve iktidardaki Muhafazakâr Parti’yi geride bıraktı. 

Benzer şekilde Avusturya’da yabancı karşıtlığıyla bilinen FPÖ oy oranını yüzde 12’den yüzde 20’ye yükseltirken, Macaristan’da FİDESZ yüzde 52, yine Macaristan’da ırkçı tezleriyle tanınan Jobbik ise yüzde 15’lik oy aldı. Ayrıca neo-Nazi eğilime sahip Yunanistan’da Altın Şafak Partisi (Golden Dawn)  3, Almanya’da Milliyetçi Demokratik Parti (NPD) ise bir sandalye ile parlamentoda temsil hakkı kazandı.


 

1 “France’s Sarkozy calls for end of Schengen visa-free zone,” Hürriyet Daily News, 22 Mayıs 2014, http://www.hurriyetdailynews.com/frances-sarkozy-calls-for-end-of-schengen-visa-free-zone.aspx?pageID=238&nID=66842&NewsCatID=351

2 “The Putin’s Regiment in the EU,” The Ukrainian Week, 24 Nisan 2014,http://ukrainianweek.com/World/108358