ABD’YE MEYDAN OKUYAN GÜÇ ODAKLARI: Rusya-Çin-İran

Dünya kamuoyu Ortadoğu’ya yaşananlara odaklanırken, diğer bölgelerde meydana gelen ve gazetelerin dış haberler sayfalarında alt satırlarda kalan bazı gelişmeler bize dünya siyasetinin geleceği hakkında önemli, gözden kaçırılmaması gereken ipuçları veriyor

Selin NASİ Diğer 0 yorum
18 Aralık 2013 Çarşamba

DIŞ POLİTİKADA JEOPOLİTİĞİN GERİ DÖNÜŞÜ

İran’ın nükleer programını durdurmaya yönelik Cenevre’de varılan ön anlaşmaya dair tartışmalar dünya siyaset gündemini işgal ederken, aynı dönemde kaçırılmaması gereken iki önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki 23 Kasım’da Çin’in Yeni Hava Tanıtım Bölgesi’ni ilan etmesiydi. Diğeri ise 28-29 Kasım tarihlerinde Ukrayna’nın Avrupa Birliği’nin Vilnius Zirvesi’nde Doğu Ortaklığı kapsamında bölge ülkeleriyle imzalayacağı serbest ticaret anlaşmasını askıya alma kararıydı.  Birbirinden bağımsız gibi görünen bu gelişmelere yakından bakmak, güç dengelerindeki değişiklikleri takip etmek açısından önem taşıyor. Uluslararası dalgalanmalar, özellikle dünya liderliği pozisyonunu yeniden yapılandırma gayreti içinde olan Amerika Birleşik Devletleri ve onun temsil ettiği demokrasi, liberal ekonomi, hukukun üstünlüğü gibi değerleri paylaşan ülkeler açısından gelecekte bizi bekleyen dünya düzenine dair ipuçlarını içinde barındırıyor.

ABD LİDER POZİSYONUNU YENİDEN YAPILANDIRIYOR

Barack Obama kendi başkanlığı süresince siyasi önceliklerinin, ekonomiyi düzeltmek, sosyal kurumları yapılandırarak ABD’nin içeride güçlü bir ülke olmasını sağlamak, dış politikada ise süregelen savaşları bitirmek ve sorunları diplomasi yoluyla çözmek olduğunu birçok kez yinelemişti. Ancak Obama yönetiminin özellikle Arap Baharı’ndan bu yana Ortadoğu’daki konjonktürel gelişmelere vermiş olduğu çelişkili tepkiler, uzunca bir süredir ABD’nin süper güç konumunun ve güvenilirliğinin erozyona uğradığı yönündeki eleştirilere zemin hazırladı. Özellikle geçtiğimiz ağustos ayında Suriye’de Beşar Esad’ın muhalifleri bastırmak amacıyla kimyasal gaz kullanması ve Başkan Obama’nın uyardığı kırmızı çizgileri ihlal etmesine rağmen sözlü kınamanın ötesinde bir yaptırımla karşılaşmaması, ABD’nin güç ve prestijinin ciddi ölçüde sorgulanmasına neden oldu. Detayları Cenevre’de varılan anlaşmanın hemen sonrasında kamuoyuyla paylaşılan, perde arkası diplomasi trafiği neticesinde 30 yıldan fazla süredir düşman ülke ilan edilmiş İran ile ilişkilerin düzeltilmesine yönelik adımların da, diplomatik bir kazanım mı yoksa ABD’nin gücünün sınırlarına ulaşmasının kanıtı mı olduğuna dair tartışmalar halen sürüyor.

Başkan Obama’nın eylül ayındaki BM toplantısında belirttiği üzere dış politikada öncelikli üç sorunu; İran’la nükleer program konusunda anlaşma sağlanması, İsrail-Filistin barışı ve Suriye’de akan kanın durdurulmasıydı.1 Bunun dışında ABD’nin dünyadaki her soruna doğrudan müdahale etmesinin gerçekçi olmadığına işaret ediyordu Obama. Başta İsrail ve Suudi Arabistan olmak üzere, bölgedeki müttefikler ABD’nin Ortadoğu’dan çekilip çekilmeyeceğine ilişkin kaygılarını dile getirirken, Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan E. Rice’ın “ABD’nin 7/24 Ortadoğu’yla ilgilenemeyeceğini ve dışarıda kendilerini bekleyen koca bir dünya olduğunu” belirtmesinin, bu kaygıların daha da tırmanmasına yolaçtığı söylenebilir.2 

Bu noktada, iç politika ile dış politikadan birbirinden bağımsız alanlar olmadığı gerçeğinden hareket ederek Amerikan kamuoyunun ABD’nin dünya polisliği rolüne çok sıcak bakmadığı ve desteklemediğinin altını çizmek gerekiyor. Pew Araştırma Merkezi’nin, Amerikan Dış İlişkiler Komisyonu’yla (CFR) ortak yürüttüğü çalışmanın sonuçlarına göre Amerika halkının yüzde 52’si “ABD’nin uluslararası alanda kendi işine bakması ve diğer ülkelerin kendi haline bırakması” gerektiğini savunuyor. Sadece yüzde 38’lik bir kesim bu görüşün karşısında yer alıyor. Benzer şekilde yüzde 52’lik bir oran ise ABD’nin dünya sorunlarını çözmeye yönelik gereğinden fazla çalıştığını düşünüyor.3

Öte yandan, ABD’nin uluslararası arenada Soğuk Savaş’ın bitişinden bu yana, tek lider olarak dünya düzenine yön vermenin sağladığı avantajlı konumunu bırakmaya niyetli olmadığını da belirtmek gerekir. Obama yönetimi söz verdiği üzere sosyal reformları hayata geçirmek için partiler üstü destek sağlamaya çalışıyor. Tartışma konusu olan sağlık reformu (Affordable Care Act) kapsamında -internet sitesindeki teknik aksaklıklara rağmen- devlet tarafından sigortalanmak isteyenler kayıt olmaya başladı.4 2014 Nisan ayına dek sigortalı üye sayısı gerekli kotaya ulaşırsa sağlık programı yürürlüğe girecek. 3 Aralık’ta, Kongre’de bütçe müzakerelerini yürüten Cumhuriyetçi ve Demokrat temsilciler eylül ayında yaşanan sorunların bir daha tekrarlanmaması amacıyla iki sene boyunca bütçe kesintisi olmasını engelleyecek bir tasarı üzerinde anlaşmaya vardı.5  Diğer yandan, enerji konusunda ABD’nin kaya gazı ve kaya petrolü üzerine yaptığı yatırımların sonuç vermeye başladığı ve yakın gelecekte ABD’nin enerji ihraç edecek konuma geleceği de biliniyor. Tüm gelişmelere bakıldığında ABD’nin kendi gücünü revize ettiği sonucuna varmak mümkün ancak kendi iç siyasetine bu kadar yoğunlaşmışken Obama yönetiminin dünyadaki gelişmeleri ne denli doğru okuduğu ve bunu dış politika vizyonuna yansıttığı ise üzerine eğilinmesi gereken oldukça hassas bir konu.

ABD’NİN İÇE DÖNÜK SİYASİ ÇİZGİSİNİN SONUÇLARI

Amerikan siyaset yapım sürecine yön veren akademisyenler ve düşünce adamları, bir süredir ABD’nin bölgesel sorunlara uzaktan müdahale etme tercihinin güç boşluğu doğurduğuna ve bunun da ABD’nin potansiyel rakiplerinin kendi etki alanlarını genişletmelerine fırsat tanıdığına dikkat çekmeye çalışıyor.6 Bu perspektiften, Ukrayna’nın, Rusya’nın ekonomik yaptırımlarından çekinerek AB’nin teklifini reddetmesini, Rusya’nın Avrasya’da kendi ekonomik işbirliği alanını ve yakın çevresindeki nüfuzunu genişletmesi şeklinde okumak mümkün. Biraz geriye gidersek, Suriye krizini takiben Rusya’nın ABD’ye meydan okuyarak Doğu Akdeniz’e savaş gemilerini göndermiş olmasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir. Her ne kadar Rus yetkililer, savaş gemilerinin olası bir Amerikan bombardımanına karşı Suriyeli sivillerin kurtarılmasını amaçladığını belirtse de, savaş gemilerine eşlik eden Priazovye’nin (casus gemisi) aynı zamanda fırlatılan füzelerin yerini ve yönünü tespit etme özelliğine sahip olduğu biliniyordu.

Bu bağlamda, Çin’in, Japonya ve Tayvan’ın üzerinde hak iddia ettiği Senkaku/Diaoyu adalarını da kapsayacak şekilde yeni Hava Tanıtım Bölgesi ilan etmesi de Uzakdoğu’da kendi gücünü pekiştirme ve komşularına kabul ettirme girişimi olarak yorumlamak mümkün. Hava sahasının ilanı ertesinde önce ABD daha sonra Japonya ve Güney Kore’nin kararı tanımadıklarını açıklayarak bölgede savaş uçaklarını uçurmuş olduklarını not düşmek gerekir. Ancak, olası kazaları önlemek amacıyla ABD dahil bölgeye ticari uçuş yapan ülkeler, Çin’in yeni hava sahasının düzenlemesinin gerektirdiği koşulları yerine getirmeye başladılar. Her ne kadar, Çin almış olduğu kararın egemenliğini korumak, kara ve hava güvenliğini sağlamak ve uçuş düzenini temin etmek amaçlı olduğunu savunsa da jeopolitik çıkarları doğrultusunda Doğu Çin Denizi’ndeki hâkimiyetini güçlendirmeye çalıştığı açıkça görülüyor.

Öte yandan, İran’ın nükleer programına ilişkin kalıcı bir anlaşmaya giden süreçte sözüne sadık kalıp kalmayacağı, nükleer silah sahibi bir İran gerçeğinin ise Ortadoğu ve dünya siyaseti açısından nasıl sonuçlar doğuracağı henüz netleşmiş değil. Irak Savaşı’ndan bu yana ABD yönetiminin Ortadoğu’da attığı yanlış adımlar İran’ın manevra alanını yeterince genişletti. Irak, Suriye ve Lübnan’ı da kapsayan Hilal bölgesinde Şii nüfuzun siyasi ağırlığı günden günde güçleniyor. İran’la imzalanacak bir anlaşmanın, nükleer programın kontrolü karşılığında Hilal bölgesini tümden İran yönetiminin etki alanına bırakacak bir pazarlık olarak değerlendirerek eleştirenler mevcut. ABD yönetiminin Suriye örneğinde olduğu gibi oyunu kuralına göre oynamayanları yaptırımsız bırakmasının gelecekte İran dahil başka aktörlerin düzeni bozma girişimlerine yeşil ışık yakmasından endişe ediliyor. 

Bu çerçevede, ABD yönetimi dünya liderliği konumunu sağlamlaştırmayı hedefliyorsa, dikkatini Rusya, Çin ve İran’ın giderek güçlenen konumlarına çevirmesi gerekiyor. Bu üç ülkenin kendi aralarında çıkar farklılıkları olsa da ABD’nin dünya sisteminde koruyuculuğunu üstlendiği liberal demokratik değerler sistemine ve bu sistemin taşıyıcı kurumlarına mesafeli hatta karşı oldukları gerçeği kabul edilmeli. Amerikan siyasi kültürü üzerine yazdığı eserleriyle tanınan Walter Russel Mead’in de vurguladığı üzere, statükoyu kendi lehine çevirmek için işbirliği yapmaktan çekinmeyecek ‘Revizyonist Güçler’e karşı Amerikan yönetiminin vakit kaybetmeden kapsamlı ve uzun vadeli bir dış politika vizyonu belirlemesi gerekiyor.7 Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana jeopolitik çıkarları ve uluslararası sistemdeki güç dengelerini gözeten bütünsel bir dış politika vizyonu yerine demokratikleşme, terörizm, kitle imha silahları gibi birbirinden farklı temalar üzerinden siyaset yapan ABD yönetimlerini eleştiren Mead, ABD’nin gelişmeleri okumakta ve tedbir almakta gecikmesi durumunda karşıt cephelerin güç kazanacağını ve onlarla mücadele etmek için kurulacak ittifakların başarılı olmayacağı konusunda uyarıyor.

Uluslararası ilişkilerde gücün tanımı sadece diğer bir ülkenin istediğiniz şekilde, çıkarlarınız doğrultusunda hareket etmesini sağlamakla sınırlı değildir. Güçlü olmak yeri geldiğinde diğer ülkelerin çıkarlarınızla ters düşen adımlarını önleyebilmeyi de kapsar. Dolayısıyla siyasi güç içinde caydırıcılık unsurunu da barındırır. Obama yönetiminin içe dönük ve pasifist dış politika çizgisini açıkça ilan etmesi-her ne kadar siyasi retoriği sorunların diplomasi ve barışçıl yollardan çözümü üzerine vurgu yapsa da- pratikte düzeni değiştirmek isteyen oyuncular tarafından suistimal edilmeye açık hale getiriyor. Bu sebeple ABD dış politikasının statükoyu değiştirmeye yönelik atılan adımları, kendi liderliğine rakip olabilecek eksen oluşumlarını dikkate alarak yeniden yapılandırılması önem taşıyor. Aksi takdirde çok kutuplu bir dünya düzeninin güçler dengesi ve dengesizliklerine hazırlıklı olmak gerek.

 

1 Yorum