SOLİ ÖZEL: “ABD Trump ile 70 yıllık küresel düzen koruyuculuğundan vazgeçiyor”

Kadir Has Üniversitesi Öğretim Üyesi Soli Özel ile ABD’nin yeni başkanı Trump’ın iç ve dış politika ile ilgili düşüncelerini, Türkiye’nin bu yeni dünya düzenindeki yerini, Trump’ın söylemlerinin dünyadaki yansımalarını ve tepkileri konuştuk.

Selin NASİ Dünya
25 Ocak 2017 Çarşamba

Bir süredir dünya siyasetinde aşırı sağ ve popülist siyasetin yükselişini izliyoruz. Hatta Donald Trump’ın başkanlığa yükselişini bu trendin ABD’yi etkisi altına aldığı şeklinde yorumlayanlar da olmuştu. Oyun kurucu bir aktör olan ABD’nin bu popülist çizgiye liderlik etmesi durumunda, nasıl bir dünya düzeni bekliyor bizi?

Trump’ın gerek kampanyasında, gerekse 1987’den beri kamuoyu önünde Amerikan dış politikası ve ticaret politikası ile ilgili söyledikleri, iktidarda cumhuriyetçiler olsun demokratlar olsun, hepsinin 70 yıldır kabul ettikleri parametrelerin dışındaydı. Trump’ın görevi devralırken yapmış olduğu konuşma da 30 yılık çizgisini muhafaza ettiğini ve düşündüklerini hayata geçirmek istediğini bizlere gösterdi. Bu doğruysa, gerek ekonomik gerekse siyasi açıdan yepyeni bir dönemde olduğumuza şüphe yok. 

Trump, ABD’nin önderlik yaptığı ticaretin serbestliği, yatırımların akışkanlığı üzerine kurulu düzene karşı, ticaretin daha kısıtlı olacağı, Amerikan işçisinin korunacağı bir düzeni savunuyor. Ne kadar koruyacağı bahs-i diğerdir. Bu durumda halen küresel ekonominin  işlemesini kolaylaştıran kurumların varlığı da ister istemez sorgulanacak demektir.

 

Jeopolitik olarak da gene ABD 70 yıldır kendisini Avrupa’nın güvenliğinden sorumlu hisseden, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bütün dünyada müdahale hakkını saklı tutan bir ülke idi. Trump ülkesini gereksiz ve ülkeye  çok ağır maliyetler yükleyen savaşlara sokmayacağını söyledi. Avrupalılar kendi savunmaları için gerekli parayı harcamadıkları takdirde onları savunma gereği duymayacağını ekledi.

Daha önce NATO’nun miadını doldurmuş bir kurum olduğunu söylemişti.

Rusya ile genelde iyi geçinme yanlısı olduğu izlenimini veriyor. Nitekim yemin merasimi sırasında Avrupa’yı reddeder, Ortadoğu’ya İslamcılıkla mücadele dışında bulaşmayacağını ihsas eder, ve Çin’e de aslında ticaret savaşları ilan edercesine konuşurken, Rusya’ya karşı dolaylı ya da dolaysız hiçbir olumsuz mesaj vermedi.

Şimdi böyle baktığımız zaman , Trump’ın ABD’nin 70 yıldır sürdürdüğü küresel düzenin koruyucu ve kollayıcı gücü olma yaklaşımından vazgeçmek istediği sonucunu çıkarabiliriz. 

Avrupalı liderler de kendilerini Trump başkanlığında bir ABD’ye karşı konumlandırmaya çalışıyorlar sanırım. 2017 Avrupa için kritik seçimlerin olduğu bir yıl. Aşırı sağ partilerin liderleri Trump ile yeni bir sayfa açma beklentisi içinde. 

Almanya’da cumhurbaşkanlığı devralacak olan Franz Walter Steinmeier geçen gün attığı bir tweette “Bildiğimiz şekliyle 20. Yüzyıl düzeni bitmiştir,” diyor.

Trump’ın Avrupa’yı ABD açısından stratejik bir gereklilik diye görmediğini düşünüyorum. Bu da Avrupa’yı kendi savunmasına daha ciddiyetle yaklaşmaya zorlayacaktır.

Brexit’in  Trump’ın seçilmesinde tetikleyici bir etkisi olduğu varsayılıyor.

Ruhen. Trump’ın seçilmesinin de Mart ayında Hollanda’da, Mayıs ayında Fransa’da ve Eylül ayında Almanya’da Trump’a benzer düşüncelere sahip, ırkçı boyutları ağır basan aşırı sağ partilerin siyaset sahnesinde daha da yükselmesinin önünü açacağından korkuyorlar. Bu bağlamda Avrupa Birliği üyeleri rehavetten çıkarak silkinmek zorundalar. AB liberal bir düzenin şahikası diye kabul ediliyordu. Artık bu düzenin müthiş sorunları olduğunu idrak ederek, kaskatı bir bürokratik oluşum olmanın ötesinde, halklarının çıkarlarını çok daha fazla gözetecek, demokratik hesap verme zorunluluğuna sahip bir örgütlenme olduğunu göstermesi lazım.

Ulusal siyasetin gerekleriyle ulusötesi yapılanmanın dinamikleri arasında yeni bir denge kurmak zorundalar. Yani bir ülkenin seçmeni kontrol edemediği, teknokratik, seçkinci bir bürokrasinin kararlarına mahkum edilmediği, kendi maddi çıkarlarının, güvenliğinin korunduğuna ikna edilmeli. 

Söylediklerinizden, liberal demokratik değerlerin arka plana atıldığı, ulusal çıkarların daha baskın olduğu, öngörülemeyen ve kaosa açık bir düzen çıkarımı yapmak mümkün mü? 

Trump’ın yemin töreni sırasında “Kendi değerlerimizi dayatmayacağız, ama örnek olmaya devam edeceğiz,” şeklinde bir  beyanatı oldu. AB’nin değerler konusundaki ikircikli sicili de ortada... 

Trump’ın aynı zamanda hem en olumlu hem de en olumsuz sözlerinden biri oydu. “Kimseye kendi hayat tarzımızı dayatmaya niyetimizi yok,” dedi. Bu tutup da gerekli gereksiz, olmayacak yerlerde savaşa girmeye niyetimiz yok anlamına geliyor. Yani hala Irak Savaşı’nın arkada bıraktığı felaketlerle uğraşmak zorunda kalan dünya açısında bunun kötü bir haber olduğunu söylemek mümkün değil. Buna karşılık, işin kötü olan tarafındaysa, ABD’nin  her zaman tutarlı davranmamış olmasına rağmen, iyi kötü demokrasi, özgürlük, bireysel haklar, hukukun üstünlüğü filan gibi değerleri savunmaktan vazgeçeceği anlamına geliyor. Bu da otoriter liderlerin, hukuku çiğnemekten kaçınmayacak, özgürlükleri kısıtlamaktan haz alacak hükümetlerin kulağında hoş bir seda olarak tınlamıştır. 

Türkiye’nin bu yeni dünya düzeninde nasıl bir yeri ve işlevi olacak? 

Öncelikle ortada henüz bir düzen olduğunu düşünmüyorum. Bunun neye benzeyeceğini de tam olarak kestiremiyorum. Belki ileride sorarsınız da, Rusya ile, söz  kesmişlerin heyecanıyla dile getirilen ilişki kurgusunun gerçekleşebilse bile çok kalıcı olabileceğini sanmıyorum . Çin’in ne cevap vereceğini kestiremiyorum.

Korumacılık öne çıkacak, belki bölgesel ticaret birlikleri kurulacak, burada Avrupa ve Amerika arasındaki ilişkinin ne olacağı önem kazanıyor. Trump’ın Ortadoğu’ya Obama’dan daha fazla ilgi göstereceğini, ya da Ortadoğu’daki sorunları çözmek için Obama döneminin ötesine giden emek, kaynak ve enerji harcayacağını düşünmüyorum. 

Türkiye, Avrupa ve ABD’nin uzaklaşmasını iki şekilde değerlendirebilir. Birincisi Avrupa ile daha koordineli hareket ederek, sonuçta Ortadoğu Avrupa’nın uzağında bir yer değil, karadan bitişik bir yer. Yahut “nasılsa Avrupa devreden çıktı deyip” Ortadoğu siyasetini doğrudan ABD ile yapabilir. Nitekim öyle bir eğilim olduğunu işte “Obama çok kötüydü, Trump ile biz anlaşırız,” türü sözlerden seziyoruz. 

Yeni yönetim Türkiye’nin ABD’den beklentilerini karşılayacak mı? 

Türk-Amerikan ilişkilerinde son dönem yaşanan sorunların  Obama’nın şahsından ya da Obama yönetiminden kaynaklandığını düşünmüyorum.

Daha yapısal sebeplerden kaynaklandığını düşünüyorum. 

2001 sonrasında hatta Bill Clinton döneminden itibaren tek kutuplu dünya içerisinde ABD Türkiye’yi giderek daha küresel bir sorun haline geleceğini düşündüğü cihatçı hareketlere karşı bir denge unsuru ve örnek olarak görüyordu. Clinton’ın 1995 yılından sonra Türkiye’ye ne kadar ihtimamla yaklaştığını görürseniz bu ortaya çıkar. 2001 sonrasında Clinton’ın her şeyini reddeden Bush yönetimi bile , üstelik de 1 Mart Tezkeresi’nin yarattığı travmaya rağmen Türkiye’deki sivil hükümete olan ilgisini, desteğini kesmedi. Niye? Ek Kaide’nin distopyasına karşı demokratik, laik, kapitalist, NATO üyesi Müslüman bir Türkiye önem ve değer taşıdığı için.

O zaman kurgulanan  dünya düzeninde, ılımlı İslam diye bir şey olduğuna inananlar ve demokrasi ile bağdaşarak bunun dünya sistemine Müslüman ülkelerin entegre olmalarını sağlayacağını savunanlar vardı. Bu bakış açısında Türkiye  çok istisnai bir yere sahipti. 

Model ülke?... 

 Evet, model ülke. Obama’nın da Kanada dışında ilk yurt dışı ziyaretini Nisan 2009’da Türkiye’ye yapmış olması, şahısların etkisinden çok, bunun bir devlet politikası olduğunu gösteriyordu. Dil şimdi biraz değişti. Hillary Clinton seçilmiş olsaydı bile, bugünün dünyasının artık İslamcı hareketleri dünya siyasetine yumuşak bir şekilde entegre etme derdi yok. Dünya,  İslamcıların Arap İsyanlarından sonra ele geçen fırsatı çok kötü  kullandıklarını düşünüyor.

Ilımlı İslamcı olanlarla, çok radikal olanlar ve hatta şiddete çok açık olanlar arasındaki çizgilerin çok muğlak olduğunu düşünüyor. Dolayısıyla İslamcılığa karşı sadece batıda değil, hemen hemen Müslüman olmayan bütün ülkelerde ve Müslüman ülkelerin içinde de laik kesimler açısından müthiş bir mücadele azmi var. “Böyle bir durumda, Türkiye’nin kendi  kimliğindeki laik unsurları daha fazla ön plana çıkarması istenecektir gibi geliyor.”

Bir taraftan belki Mısır’daki Müslüman Kardeşlere bu kadar kol kanat germemesi istenebilir.

 Türkiye’nin bundan böyle dünyayla  olan ilişkisini nasıl kurgulayacağını düşünmesi lazım. “Biz aslında ABD-Rusya arasında bir denge politikası izliyoruz,” deniyor. Tam da denge politikasında bahsederken İsmet İnönü’nün müfredattan çıkarılması bana çok ironik geliyor. Kendisi denge politikası üstadı olarak 2. Dünya savaşında dış politikayı yönetti.

Türkiye eğer kendi dış politikasının geçtiğimiz yirmi yılın koşullarının artık geçerli olmadığını göz önünde bulundurarak çizmezse hata yapar. 

Türkiye’nin dış politikası hakiki anlamda resetlendi mi? Söylem ve pratiğe baktığınızda nasıl okuyorsunuz?

Resetten önce birtakım geri adımlar atıldı. Bunun en önemlisi Rusya ile ilişkilerde U dönüşü. Suriye’de Halep’in doğusunun rejim tarafından ele geçirilişine seyirci kalma ve sadece zımnen değil, resmi olarak da Beşar Esad’ın iktidarda kalacağını kabul etme. Rusya ve Türkiye arasında imzalanan anlaşmayı başka şekilde tefsir etmek mümkün değil. O belge tabi son altı yıllık Suriye politikasının iflas belgesi olarak kabul edilmelidir. İflas belgesidir de, yanlış yapıldığını düşünüyor değilim. Gerçeklerle yüzleşme adına yapıldı. Keşke bu gerçekçilik, ham hayallerin yerini daha erken alsaydı. Türkiye bu manevralarla Suriye’nin kuzeyinde kendisine ait bir etki alanı da yaratmaya çalışıyor. Bunun da temel hedefi PYD-YPG’yi oraya hakim olacak bir güç haline gelmekten alıkoyma. Bu sebeple El Bab’ın içine gidildi. El Bab direniyor, henüz düşmüş değil. Ancak son olarak ABD’nin Türkiye’ye destek vereceğini açıklamasıyla sahadaki durum Türkiye lehine değişebilir. Yani El Bab düşer düşmesine de sonra rejim gelip “sağolun, buralar bizim topraklarımız, artık geri alsak” derse ne olur bilemiyorum. 

Peki, Türkiye’nin terör konusundaki hassasiyetlerinde haklılık payı yok mu?

Var tabi, elbette! 

Öyleyse, neden bir türlü terör konusunda işbirliğine ikna edemiyor müttefiklerini? 

Ben Türkiye’nin Kobani’nin IŞİD tarafından kuşatılmasından itibaren yanlış tercihler yaptığını düşünüyorum. Buna karşılık, Türkiye’nin müttefiklerine, “güneyde PKK ile bağlantılı bir örgütün kuracağı bir Kürt kuşağına tahammül edemem” demesini de haklı buluyorum. Müttefiklerinin de bunu bu şekilde değerlendirmiş olmaları gerektiğini düşünüyorum. O zaman benim de soruduğum soru, niye Türkiye bir terörle kuşatma tehdidi ile baş başa kaldığına ABD’yi ikna edemiyor?

Burada izlenen politikadan çok kullanılan dilin payı olabilir. Bütün Suriye politikası PYD’yi engellemek üzerine kurulduğu zaman Türkiye kendi esneklik payını da azaltıyor.  Suriye siyaseti tek boyutlu hale geliyor. “Benim yumuşak karnım budur,” diye dünyaya ilan ediyorsunuz. O zaman da herkes sizin bu zaafınızdan bir şekilde yararlanıyor. Siz o talebi öne sürdüğünüz zaman bunun karşılığında neler verebileceğiniz konusunda ikna edemiyorsunuz karşı tarafı, belki de. Ya da hiçbir şey vermek istemiyorsunuz. Nihayetinde Işid ile mücadele gerçekten son 5-6 ay öncesinde başladı.

Şimdi IŞİD resmi söylemde de asıl olması gereken tehdit haline geldi Terörün bütün çeşitlerinin aynı kaba koyduğu zaman da muhatapları ikna konusunda birtakım sıkıntılar yaşandığı kanaatindeyim.

 

Fırat Kalkanı Operasyonu’nun bugün itibariyle başarısını nasıl değerlendirmeliyiz?

Fırat Kalkanı Operasyonu hakkında kesin bir yargıya varmak için henüz erken olabilir. Başlangıçta askeri ve siyasi amaçları tam açıklanmamıştı. Bunun bir sorun teşkil ettiğini düşünüyorum. Nitekim mütefiklerle sorunlar da Cerablus ötesine geçmeye başlayınca çıktı. Cepheden gelen haberlerin net olmaması beni rahatsız ediyor. Çok şehit var. Tank ve araç kaybediliyor. Esir alınan iki askerin videolara yansıyan korkunç akibete uğrayıp uğramadığını bilmiyoruz. En önemlisi çıkış planı nedir? En azından benim fikrim yok.

Denebilir ki bu şekilde Türkiye Suriye'nin kuzeyinde kendine bir güvenlikli bölge oluşturuyor. Bu şekilde Rusya ve İran ile Suriye'nin geleceğini belirleyen üç ülkeden birisi oldu. Astana'da masada oturuyor. 

Daha önce değindiğim gibi karşılığında ne verildiğine de bakmak gerek. Halep'e yardımı kesince oradaki cihatçıların hepsi İdlib'e taşındı. İdlip alınınca nereye gidecekler? Bir de bunun ne kadar kalıcı olacağına bakmak gerekir. Ama benim birinci derdim orada savaşan askerlerin dipsiz bir kuyuda olmaları ihtimali.

 

 

 

 

Astana Görüşmeleri biz konuşurken devam ediyor.  Neler beklemeli bu görüşmelerden?

 

Rusların çatışma sonrası için kalıcı bir planları yok. Ruslar Suriye’de sahaya inerek şunu kanıtladılar. Bizsiz hiçbir şey yapılamaz. Biz adamımızı koruduk. Taş ütünde taş bırakmamak pahasına Halep’i “özgürleştirdik” “temizledik.”

Peki bundan sonrasında nasıl bir Suriye’de nasıl bir düzen kurulacak? Rusların böyle bir dertleri yok. Amerikalılar da “Bu işler bittikten sonra nasıl bir yol izleneceğinin adresi Cenevre’dir” diyor.

Dolayısıyla “Bizi denklem dışında bırakamazsınız,” diyorlar.

 

Suudi Arabistan ve Katar nasıl yaklaşıyor Astana görüşmelerine? Neden bu kadar sessizler? Yemen’de savaşın sarpa sarmasından dolayı mı?

Katar’ı bilemiyorum ama Suudi Arabistan’ın Yemen’de çok zorlandığına şüphe yok. Kaynakları da kısıtlı. Bir de herkes Trump’ın gelip ne yapacağını bekliyordu.

Doğrusu, Obama yönetimi Suriye’de yanlış bir politika izlemek ve İran’a çok alan açmış olmakla suçlandı. Arap, Körfez ülkelerinin beklentisi bunun değişeceği yönünde. Ne yapacaklarını göreceğiz, o yüzden sessiz kalıyorlar. 

Amerika Trump döneminde İran’a karşı nasıl bir politika izleyecek? 

Hükümetin dış politikası ve güvenlik politikasında sesi en güçlü çıkanın kim olacağına bağlı. Üç aday var. Ulusal Güvenlik Danışmanı Michaale Flynn, Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ve Savunma Bakanı James Mattis. Trump dış politikayı savunma bakanlığının inisiyatifine bırakmayı düşündüğünü belirtmişken, Mattis’in ağırlığı diğerlerinin önüne geçebilir. Mattis’in duruşu şu: İran anlaşmasının, nihayetinde Tahran’ın nükleer programını dizginlemek açısından başarılı olduğunu düşünüyor. Ki Körfez  Arap ülkeleri de sanırım böyle düşünüyorlar. Dolayısıyla Amerika nükleer anlaşmaya dokunmayıp,  tek taraflı uyguladığı ambargo ve yaptırımlarla İran’ın çok uzun olan elini kolunu kırmaya çalışmayı tercih edebilir. Amaç Şii Hilali’ni kırmak olacaktır.

Şii Hilali’nin kırılmasında Kürtlerin bir rol oynayacağını düşünüyor olabilirler.

Şii Hilali'nin kırılması, İran’ın dengelenmesi, Türkiye’nin Amerika indinde konumunu güçlendiren bir şeydir. Ben Türkiye-İsrail arasındaki  yakınlaşmanın İran’la imzalanan nükleer anlaşmadan bağımsız olmadığını düşünenlerdenim. İran’ın dengelenmesi meselesi bugün sadece Suudi Arabistan’ın değil, İsrail, Türkiye ve hatta Irak hükümetinin de derdi. Hani iyi kötü Irak milliyetçiliği diye bir şey de var.

Burada kritik unsur İsrail. İsrail’in güvenlik kurumları İran anlaşmasından memnunlar. 15 yıllığına İran’ın nükleer üretimini dondurduğu için. Sivil hükümet ise bundan memnun değil. Şimdi Netanyahu hükümeti iptal için Trump yönetimine baskı yapar mı yapmaz mı sorusu orta yerde duruyor. 

Ambargo konulduğu takdirde İran içinden tepkiler olmayacak mı? 

Bildiğiniz gibi yakın zamanda eski İran Cumhurbaşkanı Haşemi Rafsancani öldü. Kendisi şeytana pabucunu ters giydiren bir siyasetçiydi. Nispeten daha yumuşak bir yönetim savunanların hep hamiliğini yaptığını da biliyoruz. Nükleer anlaşmadan hoşlanmayan sadece Suudi Arabistan ve İsrail değildi. İran’daki sertlik yanlıları da hoşlanmıyorlardı. Ve onlar açısından müthiş önemli bir engel ortadan kalkmış oldu Rafsancani’nin ölümüyle.

İran’ın içinde daha esnek olan güçler, Trump’ın gelişiyle ülke içinde sertlik yanlılarının güçleneceğinden korkuyorlardı. Bir de Rafsancani’nin ölümüyle Mayıs’taki başkanlık seçimleri konusunda bir sıkıntıları olduğunu düşünüyorum.

 

Bir de Amerika’nın Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması meselesi var gündemi meşgul eden. Bu plan gerçekleştiği takdirde başta İsrail-Filistin barışı olma üzere bölgede ne gibi yansımaları olur, sizce?

 

Ben iki devletli çözümün ortadan kalktığı kanaatindeyim. İki devletli bir çözümün koşulları, İsrail’deki bu hükümet zamanında hızla ortadan kalkıyor. Eğer şimdi öyle değilse yakında imkansız hale gelecek. ABD eski İsrail büyükelçisi Martin Indyk "Kudüs’e taşınacaksak, bari bir de iki devletli çözüm planıyla ortaya çıkalım,” şeklinde bir öneride bulundu. Ancak Trump yönetimi içinde bu yönde bir iradeden söz etmek mümkün değil.

1995 yılında Amerikan Kongresi’nden çıkıyor atom bombası niteliğindeki bu karar ancak yönetimler uygulanmasını yıllardır erteliyorlar. Büyükelçilik Kudüs’e taşındığı takdirde kimsenin uzun zamandır umurunda olmayan Filistin meselesi bütün haşmetiyle yeniden önümüze çıkacaktır. Arap Müslüman dünyasında tüm ilgisizliğine rağmen böyle bir hamle yapıldığı takdirde ciddi gösteriler olabilir. Türkiye’de ve dünyada rahatsızlık yaratabileceğini düşünüyorum Tüm bu olasılıkların Trump’ı engelleyeceğini söyleyemem. Son açıklamalara bakılırsa belli ki Mattis gibi birileri “Tamam bunu yapacağımızı söyleyebiliriz, ama şimdilik yapmayalım” şeklinde kendisini ikna etmiş görünüyor.