Saklı kalmış bir yol hikâyesi

SÜLEYMAN Saim TEKCAN VE ‘DÖNGÜSEL SEYİR’

Miryam ŞULAM Sanat
14 Mart 2018 Çarşamba

Süleyman Saim Tekcan’ın, ‘Döngüsel Seyir’  adlı sergisinin açılışı, 3 Mart günü Mimar Sinan Üniversitesi Tophane-i Amire Binası, 5 Kubbe Salonunda gerçekleşti. 30 Mart’a kadar devam edecek olan sergide Tekcan, yağlı boya, heykel ve lavi tekniğiyle ürettiği eski-yeni sanat eserleri ile sanatseverleri zamansızlığa doğru bir yolculuğa çıkarırken, yapıtları arasındaki etkileşimleri de  okumaya davet ediyor. Mesela, duvardaki soyut resim, sergideki heykellerden bir at figürüne şöyle der: “Deneyim, üretim ve sonunda mekândaki paylaşım hepimizde saklı kalmış bir yol hikâyesidir.”

Açılışın ertesi günü sergiyi ziyaret ettiğimizde, bakışlarında tevazu, sözlerinde bilgelik vardı. Samimi kişiliği ve tutkulu sanatçı kimliğiyle, Süleyman Saim Tekcan ile sohbet çok keyifliydi. 

1965 yılında Metin Erksan’ın yönettiği ‘Sevmek Zamanı’ adlı sinema filminde başrol oyuncusu olan Süleyman Saim Tekcan sinemanın, içinde diğer tüm sanatları barındıran, önemli bir sanat dalı olduğunu düşünüyor. Sanatını icra ederken topraklarımıza ait kültüre büyük önem veren ressam ve özgün baskı sanatçısı Tekcan,  2004 yılından bu yana, Türkiye’nin ilk çağdaş özgün baskı müzesi olan İstanbul Grafik Sanatlar Müzesinde (İMOGA) kurucu yönetim kurulu başkanı olarak çalışmalarına devam ediyor.

Bu defa ’Döngüsel Seyir’, âdeta eserlerinizin ruhuyla da özdeşleşen bir mekânda, Mimar Sinan Üniversitesi Tophane-i Amire’de sergileniyor…

Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümünde okuduktan sonra Sanayi-i Nefise gibi önemli bir okulda öğretmenlik yaptım. Sonra, iki yıl önce sergi teklifini reddettiğim Tophane-i Amire yeniden karşıma çıktı. 3 Mart,  Sanayi-i Nefise’nin kuruluş yıldönümü olduğundan, benim için çok anlamlı bir açılış günü yakaladım.

Atalarımızın Anadolu’ya gelişi, Selçuklu ve Osmanlı’nın olağanüstü zenginlikleri ile atlarınız arasında kurduğunuz bağı bizimle paylaşır mısınız?

60 yıllık zaman dilimi içerisinde bir sanatçı pek çok şey yapar, farklı dönemler yaşar. Atlarla 30 yıllık bir zaman dilimini devirdik. Bu atlar, önce Orta Asya’dan Anadolu’ya geliyorlar; sonra koca bir imparatorluğun kuruluşu için olmazsa olmaz oluyorlar. Tarihte, atlar hep sanatçıların ilgi odağı olmuş, onu çizmiş, onu resmetmişler. Ayrıca minyatürümüzde de çok önemli bir figürdür at. Atın serüveni düşünmeye değer. Her birinin ismi ve farklı karakteri var. Yüzlerce çeşit at var. Tıpkı insanlar gibi… Babaannem iyi at binen bir Çerkez kadınıydı; babam çok anlatırdı. Benim de at çizimim Riva’da bir çiftlik evi yaptıktan sonra boyut kazandı.

Serginizde, dört atın bir arada olduğu yağlı boya eserinizin tam karşısında bir bank vardı. İzleyiciyi oturup düşünmeye teşvik eder gibi…

İstanbul bir Bizans kentidir. Bilirsiniz, Sultanahmet’te bir tak vardı; takın üzerinde dört adet at ve bu atlar İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği zamana aitti. O atlar şimdi maalesef Venedik’teler; onlar İstanbul’u düşünüyorlar! Eğer yetkili bir olsaydım, takı yine Sultanahmet Meydanındaki yerine ve o dört atı da ait oldukları yere,  giriş kapısının üzerine koyardım.

Bu sergide soyut ile somut eserler bir araya gelmiş dersek doğru olur mu? Sizin için her soyut eser, somut bir anlama işaret ediyor mu?

Evet. Soyut ve somutun birleştiği bir sergi bu. Bazı eserlerimde, soyut formların atlarla buluşması gibi. Bazı insanlar, soyut eserlerin herhangi bir düşünceyi anlatmadığını, anlamsız olduğunu zannediyor; oysa soyut ve somut birbirine çok yakın. İnsanın herhangi bir noktasına zoom yapar onu resmederseniz, o soyut bir resme dönüşür. Ya da tersine, birçok somut figüre uzak bir noktadan baktığınızda, onu daha soyut görebilirsiniz. Biz sanatçılar oturup düşünüyoruz önce, sonra desen çiziyoruz ve o çizdiğimiz desen sonra resim veya heykel olabiliyor; bazen yağlı boya, bazen lavi,  bazen de gravür tekniği olabiliyor. Ortaya çıkan sanat eseri, bir sonraki eserinize ilham olabiliyor. Bir resimden heykel, bir heykelden bir desen çizebiliyorsunuz. İşte tam da bu yüzden, sergimin adını ‘Döngüsel Seyir’ koyduk.

 ‘Sudan Geçen Atlar’ serinizdeki lavilerinizi üretirken yaşadığınız deneyim ve duygularınızı bizimle paylaşır mısınız?

Laviler, kâğıt üzerine çini veya Japon mürekkebi ile yapılan çalışmalardır. Bu el yapımı veya doğal bazı bitkilerden elde edilmiş kâğıtları çok uzun ömürlü oldukları için seçiyoruz. İs mürekkebi de denen simsiyah bir boya ile başlayıp onu suyla griye ve beyaza kadar olan ara tonları da katarak zenginleştirdiğimiz bir çalışma yapıyoruz. Uzun zamandır uyguladığım bu geleneksel lavi tekniğini çok severek yapıyorum. Ancak lavilerimi ilk kez olarak bu sergime dâhil ettim.

‘İmgeler’ serinizden pek çok yeni heykel ve yağlı boya eseriniz mevcut; bu içsel formlar neyin soyutlaması?

Bana defalarca sorulan bir soru var: “Hitit güneşi neyi ifade ediyor size?” Bir form belirliyoruz. O formda bazen bir yuvarlaklık, bazen diyagonal çizgiler var. Bazılarında geyik motifi var. Bu yaptığım işlerdeki Hitit güneşine, Süleyman güneşi deseniz de olur. Eserim eğer bu yakınlaşmayı, bu buluşmayı sağlayabiliyorsa işte o, hafızalarda benim güneşim olarak kalacaktır. Bu imgeleri, çok eski tarihlere ait olan mezar taşları veya bazen binaların anatomik yapıları ile ilişkilendirebiliyorum. Bazen de çok eski dönemlere ait heykel parçacığı olabiliyor. Elbette, onu birebir yapmayıp kendimize göre yorumluyoruz. Yaratıcılık dediğimiz şey düşüncenin kültürle buluşması ve yeniden yargılanması ve bu yargı sonucunda bir tuvalde veya heykelde vücut bulmasıdır.

 

Büyük bir gravür ustasısınız da. Bu sergide hiç gravür eserin olmaması dikkat çekiyor. Neden diye sorsak?

Hayatım boyunca, üniversitelerde gravür dersi verdim; bu işi dünyada en iyi bilen hocalardan biriyim desem abartı olmaz. Çok öğrenci yetiştirdim. Bruder tekniğini, Albrecht Dürer, Rembrandt’tan veya Goya’dan günümüze kadar hangi serüvenlerden geçerek, Süleyman Saim Tekcan’ın tekniği ile buluşması günlerce anlatılabilir. ‘Çukur Baskı’ diye adlandırdığım teknik, seneler içinde oluşturduğum, geliştirdiğim, kendime has bir tekniktir. Bu serginin gravürlerin dışında açılmasını istedim çünkü gravürler de girseydi bir bu kadar daha mekân lazım olacaktı. O yüzden ‘Döngüsel Seyir’, bir retrospektif sergi değildir. Bazı konuların sıkıştırıldığı, bazı dönemlerimin düşünce yapılarımın ilişkilendirildiği bir dönem ve bir sergidir.

 

“Sanattan yapıta yönelik olarak, sadece yapıttan sanata giden adımlar bir döngü değildir; bilakis denediğimiz adımların hepsi bu döngüde yer alırlar” demiş Heidegger. ‘Döngüsel Seyir’ serginizdeki gerek yağlı boya ve lavileriniz gerek heykellerinizle aldığınız seyirde, kendinizi nasıl bir döngü içinde tanımlarsınız?

Bir sanatçı yaşadığı, tecrübe ettiği ve sonuçta ortaya çıkarttığı eserleriyle kendini tanımlar. Hep söylediğim bir söz vardır: “Sanatçı, kendi olan kişidir.” Zekâ, kültür, araştırma ve yaratma evrelerinin birbiriyle olan ilişkileri içerisinde insan, aslında var olandan yine var olanı yaratıyor ama farklı bir şey yaratıyor. Kendinin olan bir iş yapıyor. Da Vinci, ölüm döşeğinde, “Tam ki öğrenmeye başladım; ölüyorum” demiş. 80’li yaşlara dayanmış bir sanatçı olarak, kalan zamanımda iyi şeyler yapmak istiyorum; yenin formlar, bana ait biçimler. Bir şeyler katmak istiyorum ve bunları insanlara bırakmak.

 

“Yaratıcılık dediğimiz şey düşüncenin kültürle buluşması ve yeniden yargılanması ve bu yargı sonucunda bir tuvalde veya heykelde vücut bulmasıdır.”

 

“Ortaya çıkan sanat eseri, bir sonraki eserinize ilham olabiliyor. Bir resimden heykel, bir heykelden bir desen çizebiliyorsunuz. İşte tam da bu yüzden, sergimin adını ‘Döngüsel Seyir’ koyduk.”