26 Ekim’de Darfur’un kuzeyinde hızla gelişen korkunç bir katliam yaşandı. İki yılı aşkın süredir savaşan Sudan’ın para-militer Hızlı Destek Kuvvetleri (Rapid Support Forces-RSF) ile Sudan ordusu arasındaki çatışmalarda RSF, Kuzey Darfur’daki Faşir kentini aldı. Burası bölgeye başkentlik yapan önemli bir kent. Ve iki buçuk yılı aşkındır devam eden savaşın son ayağında, ordu elinde tuttuğu son stratejik noktayı da kaybetti.
Uzun süredir dünya kamuoyunun ilgisini çekmeyen bölge, yayınlanan video ve tanıklıklarla gündeme bomba gibi düştü. Katliamın izleri uydu kayıtlarından da takip edilebiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı raporda, yalnız bir hastane baskınında 450 hasta ve sağlık görevlisinin öldürüldüğü not düşülüyor. Resmi rakamlara göre kentin işgali ile 1.500 kişi öldürüldü, binlerce kişinin ise akıbeti belirsiz.
Bölgeden önemli bir nüfusun Faşir’in batısında kalan Tawila kentine göç etmek zorunda kaldığı biliniyor. Burada, ‘Sınır Tanımayan Doktorlar’ ve ‘Uluslararası Kurtarma Komitesi’ gibi kuruluşların yetersiz de olsa yardımları ile hayata tutunabiliyor, şu ana dek tarafsızlığını koruyan başka bir milis grubunun katkısı ile de kısmi bir güvenlik şemsiyesi altında yaşıyorlar.
Tawila’ya erişen çocukların aşırı kötü beslenmeden etkilendikleri belirtiliyor. Yayınlanan raporlarda Faşir ve çevresi kıtlık bölgesi olarak ilan edilmiş durumda. Aslına bakarsanız buralarda kıtlık yeni değil. Bir yıldır açlık, çareyi yer değiştirmede bulan kitleleri vuruyor. Aynı şekilde, soykırım da raporlara giriyor. Ancak ne Birleşmiş Milletler ne de devletler topluluğu bu gerçekle yüzleşmiyor. İnsanlık dışı katliamlar takip ediliyor, rapor ediliyor ancak önlenemiyor.
Sudan’da savaşan tarafları destekleyen Ortadoğu ülkelerini ikna etmeye çalışan Washington, eğer bunu başarabilirse, bölgenin normalleşmeye başlayacağı umudu var. Ancak sürecin uzun olacağı şimdiden belli! Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Rubio düşman kampları destekleyen ülkelere baskı uygulayacaklarını ve bir ateşkes formatı üzerinde anlaşamaya varılacağını umduğunu belirtti.
Tabii ki, Amerikan yönetiminde, bölgede Amerikan çıkarlarını ilgilendiren bir durum olmadığını ileri sürüp böylesi bir baskının bazı müttefik ülkelerle ilişkileri bozabileceği endişesini dile getirenler de var. İşin ucunda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ile Mısır gibi Ortadoğu’daki dengeleri alt üst edebilecek bölgesel güçlerin olması, ‘kaş yapayım derken göz çıkartma’ olasılığını da masaya koyuyor. Elbette ki buna alternatif, daha fazla göç, daha fazla ölüm olacaktır.
RSF ile Hükümet güçleri arasındaki savaş ülkenin 45 milyon nüfusunun dörtte birini evinden etti, başkent Hartum’u yıkıntıya çevirdi. Terör grubu listesinde yer alan RSF’nin lideri Muhammed Degalo, uyguladıkları vahşeti saklamıyor, bilakis açıkça kabul ediyor. Dünyanın en büyük insani felaketi yaşanıyor bu coğrafyada. Elbette ki katliamı uygulayanların bundan sorumlu tutulmayacakları gibi bir gerçek de var ortada. Bugüne dek geçen savaş yıllarında yaşanan “gidin, ne gerekiyorsa yapın, rapor etmek zorunda değilsiniz” yönlü emir ve yönlendirmelerin karşılaştığı derin sessizlik böyle bir cesareti vermiş terör grubuna.
Uluslararası Ceza Mahkemeleri ise bu güne dek tek kişiyi, Kuşayb adı ile bilinen RSF komutanı Ali Abdül El Rahman’ı yargılamış ve işlediği 27 savaş suçundan sorumlu tutmuş. Darfur’da yaşananların yirmi yıl önce patlak veren olayların devamı olduğunu unutmadan, tüm sorumluluğun bir kişiye yıkılması ne anlama gelmeli? Takipsizlik, görmezden gelme…
Siz devamını getirin…
Bir de atlanmaması gereken bir durum var. Sudan Ordusu da benzer şekilde davranıyor. RSF bölgede terör estiren tek grup değil. Ordu da esas itibarı ile askeri kimliğinden sıyrılmış bir milis grubu havasına girmiş çoktandır. Halkın bu savaşan iki grup arasında kalması ise durumu çok daha dramatik hale getiriyor.