Yavuz Sultan Selim´in küpesi

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
17 Ocak 2024 Çarşamba

Hangi 3-4-5 veya daha fazla kültür arasında kaldık bilemiyorum. Kafeler dışarıya birkaç masa koyup ‘Etnik Kahvaltı’ tabelasını kapıya asıyor. Önceleri Boğaz, Ortaköy, Kuzguncuk gibi yerlerde ‘özgün’ tatlarla başlayan bu değişime her semtte rastlanır oldu. Bir süre sonra ‘etnik’ bitti ‘serpme kahvaltı’ başladı. Masalar ortaya konan minik tabaklarda akla hayale gelen/ gelmeyen çeşitlerle donandı. Ailece yapılan pazar sabahı kahvaltılarında yetişkinlerde “ayy çok yedik”, çocuklarda ise “sıkıldım, gidelim” tekerlemesi başlandığında sohbet sona erer.

Pazar kahvaltıları bir keyiftir. Ev dışında yapılması hafta içi çalışan ebeveynlere nefes payı verir, ayrıca sosyalleşmek için vesiledir.

Şartlar değişip, serpme kahvaltı sofralarında tabaklarda arta kalanlar ziyan olup, çöpe atılmaya başlanınca anlayış değişti. Artık ‘seçmeli kahvaltı’ moda bilginize…

↔↔↔

Gündemde onca sıkıntı varken, kahvaltı çeşitlerini sıralamanın gereği var mı? Ama olay tam da bu, yani ‘sıkıntı’. Kimi sıkıntı aldığında iştahtan kesilir, kimi ise tam tersine kendini yemeğe verir. Ben ikinci gruba dâhil olanlardanım.

“Haberleri yalnız yabancı kanallardan izliyorum” veya “oturumları hiç dinlemiyorum, moral bozuyor” diyenler var. Bunlar kişisel seçimler elbette. Şahsen ikisini de yapmaya çalışıyorum. Her sıkıntı aldığımda mutfağa koşuyor gereksiz ne kadar atıştırmalık varsa toplayıp tekrar ekran başına geçiyorum.

Sıkıntı aldıkça daha iyi bir hale gelmiyor. Öteledikçe sular durulmuyor. Buna rağmen bilgilenmenin daha doğru olduğunu düşünüp, her konuda ‘bil ama kullanma’ yöntemini tercih ediyorum.

↔↔↔

İnsan sürekli aynı konuda yoğunlaşamaz. Dengeli bir yaşam için farklı ilgi alanlarına yönelmek en doğru yol.

Geçtiğimiz pazar günü havanın güneşli olmasından yararlanarak Beşiktaş’a yürüdük. Resim ve Heykel Müzesine biraz farklı nedenlerle gittim. Amacım yürüme zorluğu çekenlerin ya da başka fiziksel engellilerin müzeyi ziyaret edebilmesi için ne tür kolaylıklar olduğunu anlamaktı. Mümkün olmadığını caddeden müzeye doğru yürümeye başladığımda fark ettim. Aralıklı döşenmiş tümsek taşlarda yol almak sağlıklı bir insan için bile azami dikkat gerektiriyor. Gidebildiğinizi farz edelim. Ana kapıya ulaşmak için çıkılması gereken mermer basamaklar başka bir sorun. Yapının özgün mimarisine dokunulamaz elbette. Ama günümüz teknik olanakları bir şekilde yardımcı olabilirdi. Binaya girdiğinizde ilk yapılması gereken ayağınıza galoş giymek. Böylesi bir özene karşın tek bir tekerlekli iskemle yok. Bahçede bulunan tuvalete giderken bir kapıda ‘engelliler’in kullanımı için konan simge işareti fark ettim. Tekerlekli iskemle için bir rampa da yapılmıştı. Umumi yerlerde çok kalabalık olduğunda engelli tuvaletini kullandığım olmuştur. Aynı düşünce ile kapı kolunu çevirdim, kilitliydi. Kara mizah gibiydi. Tekerlekli iskemle yok, rampa var, kapı kilitli…

Üzüldüm tabii. Yine de şehirdeki birçok müzede engellilerin rahatça gezebilmesi için gereken kolaylıkların düşünüldüğü uygulamalar mevcut.

↔↔↔

Yıllar önce gittiğimiz müzeyi bir kez daha gezdik. Aslında aradan zaman geçse de her defasında aynı eserleri farklı açıdan değerlendirebiliyorsunuz. Bu da ayrı bir zenginlik… Resim ve Heykel Müzesinde Osmanlı dönemi padişahları, yaşadıkları saraylar, günlük yaşamı anlatan tablo ve gravürlerle muhteşem natürmortlar sergileniyor. Bazen büyük dedelerin sepya fotoğraflarına baktığınızda farklı ailelerde hep aynı poz, aynı giysiler görürsünüz; Haliç sahilinde fesli gezenler, at üstünde dimdik duran beyler… Hepsi birbirine benzer sanki. Padişah portrelerine baktığımda aynı duyguya kapılırım. Sadece bu kez anında Yavuz Sultan Selim’i küpesinden ayırt edebildim. Aynı anda 1516 Mercidabık, 1517 Ridaniye sözcükleri zihnimde belirdi. Tarihe olan ilgimi dersi her açıdan irdeleyen, lise yıllarında tarih öğretmenim Haluka Iştın’a borçluyum. Rahmetle anıyorum.

Müze çıkışında kadırgalar, saltanat, kuğuların gezindiği havuzlu kasırlar, padişah kavuğuna mücevherle iliştirilen tüyler… Bir masalın büyülü anlatımını çağrıştırdı. Bir an için “2000’li yıllar yerine 1453 ya da 1517’de yaşasaydım yaşamda daha az mı ‘sıkıntı’ olurdu?” diye içimden geçirdim.

Sağlıkla kalın.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün