Yarıdan Bir Fazla Sistemi ile Nereye Kadar?

Metin BONFİL Köşe Yazısı
2 Ağustos 2023 Çarşamba

Gulliver’in Maceraları’nı okuyanlar hatırlayacaktır: Kaptanlığını yaptığı gemi alabora olur ve yüzerek kurtulan Gulliver kendisini denizin ortasındaki Lilliput ülkesinde bulur. Gulliver, 15 cm’lik boyları olan Lilliputluların haşlanmış yumurtanın sivri ucundan mı yoksa geniş ucundan mı kesileceği konusunda uzlaşmaz bir biçimde ikiye bölünmüş olduğunu gözlemler.

İngiliz-İrlandalı Jonathan Swift’in 18. yüzyıl başlarında siyasal hiciv olarak kaleme aldığı Gulliver’in Seyahatleri kitabı o dönemde sadece İngiltere’de değil dünyanın birçok farklı ülkesinde de insanların iki boyutlu zıtlıklar üzerinden nasıl aptalca ayrıştığını anlatır. Ben de demokrasi diye pazarlanan fakat aslında yüzde 50’nin bir tık üzerinde destek bulup yüzde 100’ü kontrol etmeye imkân veren bu sistemin çok sesliliği giderek öldürdüğüne inanmaya başladım.

Lilliputluların ülkesinde bir referandum yapılsa idi ve artık ülke olarak yumurtayı nasıl keseceklerine karar vermek durumunda kalsalar idi nasıl olurdu acaba? Oylama sonucunda yumurtayı sivri tarafından kesenlerin geniş tarafından kesenlere göre bir kişi daha fazla olmaları halinde, tüm Lilliputluların artık sivri tarafından keseceklerine karar verilse idi, tüm toplum buna rıza gösterecek miydi? “Çoğunluk böyle karar verdi,” denilebilecek miydi?

Demokrasiyi çoğunluğun azınlığa hükmetmesi olarak gördüğümüz, çoğunluğu da yarıdan bir fazla olarak tanımladığımız sürece, Lilliput ülkesinden ne farkımız kalıyor? Saç teli kadar ince bir farkla kazanılan bir oylama sonucunda alınan bir kararın toplumun tüm paydaşları açısından bağlayıcı olması ne kadar hakkaniyetli?

Bunu bir örnekle anlatmak için bir şirkette iki ortaktan birinin payının yüzde 50,01 diğerinin payının da yüzde 49,99 olduğunu düşünün. Mevcut ticaret hukuku sistemine göre, şirketin ana statüsünde aksine bir düzenleme yok ise, ‘çoğunluğa’ sahip olan ortak istediğini şirketin yönetim kuruluna seçebilecek, istediğini genel müdür olarak atayabilecek, isterse temettü dağıtmayıp sermaye arttırabilecek, hatta kendisine istediği maaşı bağlayabilecektir. Halbuki, bu iki ortak (neredeyse) iki eşit ortak değil midir?

Bir başka örnekte, üç ortaklı bir şirket düşünün: iki kardeşe babalarından yüzde 49,5 hisse kalmış olsun. Üçüncü ortak ise babaları sağken liyakatinden dolayı yüzde 1 hisse vermiş olduğu bir genel müdür. Örneği gerçek hayata biraz daha yaklaştırmak için babalarının vefatından sonra hisselere veraseten sahip olan iki kardeşten birinin karısının diğerinin de kocasının ailelerinin işin içine girmeleriyle artık konuşmaz olduklarını ve iyice ayrıştıklarını düşünün. Genel müdürü yanına çekebilen kardeş diğer kardeşi alt edebilecek güce sahip olacaktır.

Oyçokluğu ile oybirliği arasında önemli bir alan var. Bu alana ‘uzlaşma alanı’ diyebiliriz. Oybirliği yüzde 100, oyçokluğu ise yarıdan bir fazla. Farklılıklarımız zenginliğimiz diyor isek, çok sesli ve çok renkli bir toplumun daha makbul olduğunu düşünüyor isek, yüzde 100’le bir karar alınmasını bekleyemeyiz. Bu tür sonuçlar sadece totaliter ülkelerin göstermelik seçimlerinde oluyor. Örneğin, Suriye, örneğin, son seçimleri ile Kamboçya.

Öteki uçta, son derece önemli kararların azıcık farkla (hatta mutlak hesaba göre azınlık tarafından) alınıp tüm toplumu bağladığı örnekler var. Mesela, Brexit gibi hayati önem taşıyan bir karar yüzde 52 oyla alınmıştı. 40 yıl AB’nin bir parçası olmak için çabala, sonra yüzde 2’den az bir farkla aniden çıkmaya karar ver. Brexit oylamasına seçmen sayısının yüzde 72,2’nin katılmış olduğunu düşünür iseniz, seçmen sayısının mutlak toplamına göre aslında yüzde 37,5 ile alınmış olan bir karar olduğunu görürsünüz.

Keza, bizde de 2017’deki başkanlık sistemi ile parlamenter sistem arasındaki tercih yüzde 51,4 ile başkanlık sistemi lehine sonuçlanmış idi. Bu hayati kararda katılım oranı yüzde 85,1 idi. Dolayısı ile, mutlak seçmen sayısının yüzde 43,7’sinin oyları ile yürürlüğe giren bir karar oldu. Parlamento matematiğine gelince, benzer şekilde vekil sayısını yarıdan bir fazlaya ulaştıracak şekilde pazarlıklar yapılıp, kanunları geçirebiliyorlar. Bunu yapabilmek için gerekirse azıcık oyu olan uç partilere tavizler verip, onların aldıkları oylara göre çok daha fazla etkili olmalarına sebebiyet verecek sonuçlar doğabiliyor. İsrail’de geçen hafta oylanarak yüksek yargının yetkilerini sınırlayan kanun da böyle geçmedi mi? 30 haftadır sokaklara taşan gösterilerden halkın aslında Lilliputlular gibi ortadan yarılmış olduğunu şimdi daha iyi görebiliyoruz.

Son derece önemli ve hayati konuların veya bazı önemli kanunların yarıdan bir fazla prensibi ile karara bağlanmasının uzlaşma yerine uzlaşmazlığı pekiştirdiğini iddia etmek yersiz olmaz. Brexit gibi devasa bir kararın mutlak sayılara göre yüzde 35’lik bir oy ile alınmış olmasının gelecek nesillere karşı vebalini kim nasıl taşıyacaktır? Bu tip durumlarda daha büyük bir çoğunluğun “evet” oyunun aranması daha doğru olmaz mıydı?

Uzlaşma kültürünün yerleşmesi, birbirini dinleme ve anlama kaslarının gelişmesi için çok önemli kararların ilke olarak 3’te 2 (yüzde 67) ile 4’te 3 (yüzde 75) arasında bir yerde alınmasını düşünmeye başlamak gerekir. Meclis’ten geçirilen önemli kanunlar olsun, önemli sistem değişiklikleri olsun, uzlaşma ve ortak akıl ile bu aralıktaki oranlarda mutabakat sağlanmasının toplumsal barışa ve farklılıkların zenginlik olarak kalmasına büyük katkısı olacaktır. Yoksa, halkın büyük bir kısmı verdiği oyun bir etkisi olmadığını düşünecek ve demokrasiden soğuyacaktır. Bu soğumayla, seçimlere katılım daha da düşecek ve demokrasilerin artık azınlığın çoğunluğa tahakküm ettiği bir sisteme dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün