Dünya nereye gidiyor?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı Sesli Dinle
21 Aralık 2022 Çarşamba

Homo Sapiens'in ortaya çıkışından itibaren, bir milyar insanın dünyayı doldurması yaklaşık 300 bin yıl aldı. O yıl, morfinin keşfedildiği ve Beethoven'ın Viyana'da Üçüncü Senfonisini ilk kez icra ettiği 1804 yılı civarındaydı.

Barack Obama'nın ABD başkanlığının ilk döneminde dünya nüfusu 7 milyar idi.

Ve bir ay önce 8 milyarıncı bebek doğdu.

Her yıl dünya nüfusuna net olarak 60 milyon kişi katılıyor.

BM birkaç yıl önce yaptığı çalışmada 2100 yılında dünya nüfusunun 11 milyar olacağını öngörmüşken bu sene rakamı 10,4 milyar olarak güncelledi. Düşüşün nedeni global anlamda doğum oranlarının azalmaya doğru gitmesi olarak gösterildi.

Yine de dünya kaynaklarının bu kalabalığı kaldırabilecek kadar sonsuz olup olmadığını bilemiyoruz.

***

Dünyanın geleceği bağlamında öngörülebilir tek parametrenin nüfus olduğunu savlamak pekala da mümkün. Zira, savaşların devam edip etmeyeceğini veya ne kadar tahripkâr bir derecede olacağını bilemiyoruz.

Dünyaya tamamen hakim olan kapitalist ekonominin gittikçe büyüttüğü eşitsizliğin devasa bir şekilde yoksullaştırdığı ve de yoksullaştıracağı yeni kitlelerin vereceği tepkiyi de öngöremiyoruz.

Tüketim sarmalında olan toplumlarla, halklarını asgari derecede yaşatmak için gerekli üretimi yapmak isteyen ülkelerin doğayı daha ne kadar bozacaklarını, bunun doğuracağı iklim krizinin sözde alınan ve alınmasına söz verilen önlemlere rağmen dünyayı ne derece yaşanılamaz bir evreye sokacağını da pek öngöremiyoruz. Zira ülkelerin hepsinin kendi ajandaları var ve ortak bir zeminde buluşmalarının gittikçe zora girdiği dönemleri yaşamaya başladığımızı görüyoruz…

***

Savaş, insanın dünyaya fırlatılmasından itibaren onunla birlikte yaşayan bir gerçeklik.

Bunun derdine düşen Albert Einstein, insan psikolojisini iyi bildiğini düşündüğü Sigmund Freud’a, ‘Neden Savaş?’ başlığıyla bir mektup gönderir, 30 Temmuz 1932’de.

Freud mektuba üç ay sonra çok teferruatlı, sosyolojik, psikolojik ve de psikiyatrik ögelerle dolu uzun bir cevap verir.

Mealen şöyle der: “İnsanın iki güdüsü vardır. Biri erotik -sevgi, aşk ve cinsellik dürtülerinin ortak güdüsü- diğeri de yok etme güdüsü. Birey sürekli olarak bu iki güdünün birbirleriyle rekabetinin içinde yaşar. Aslında aşk ve nefret ilişkisi gibidir. Bazen birbirlerine bile ihtiyaçları vardır. Lakin savaşlar bu yok edici gücün baskın olduğu evrelerde çıkar. İnsanlar arasındaki çıkar çatışmaları yok edici gücü harekete geçirir ve ilke olarak sorunlar şiddete başvurma yoluyla çözülür. Bu hayvanlar aleminde de aynıdır…

Anlayacağınız, Herr Einstein, barış zamanları aslında iki savaş arasında teneffüs zamanıdır.’’

İkilinin daha sonraki yazışmalarında en azından savaşların durdurulması adına teknik ve bilimsel içeriklerle dolu fikirler çarpışır ama bunlar hep teoride kalır, gördüğümüz ve tanık olduğumuz üzere.

Bu mektuplaşmalardan tam 7 sene sonra Büyük Dünya Savaşı çıkar. Sonra bir teneffüs zamanına gireriz.

1990’da ise Berlin Duvarı’nın yıkılması başta siyaset bilimci Francis Fukuyama’yı bile yanıltacak gelişmeleri tetikler. Fukuyama, ‘tarihin sonu’ diyerek büyük bir yanılgıya girer ve II.Dünya Savaşı sonrası oluşan göreceli huzur ve iç-dış barış ortamı yerini yeni olumsuz gelişmelere bırakır.

Son 30 yılda Türkiye etrafı coğrafyada yaşanan ve kimisi hala devam eden savaşları hatırlayalım: Balkanlar’da Yugoslavya iç savaşı, dağılışı, ardından Bosna ve Kosova savaşları, Kafkaslar’da Rusya-Çeçen, Rusya-Abhazya, Azerbaycan-Ermenistan savaşları, Doğu’da Afganistan, Ortadoğu’da İsrail-Filistin, Körfez savaşları, Libya, Suriye, Irak, Yemen iç savaşları. Ve son olarak Ukrayna-Rusya savaşı.

Freud yine haklı çıkar. Çıkar çatışmaları barış değil savaş getirecektir, liderlerin ‘yok edici’ dürtülerinin tetiklemesiyle…

Savaşların dünyanın geleceğinde her daim arz-ı endam edeceği belli olmuştur artık.

Einstein’ın bu noktada, yaptığı bir saptamaya kulak vermekte fayda var: “Üçüncü Dünya Savaşı’nda hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum ama dördüncüsünde sadece taş ve sopaların kullanılacağını biliyorum…”

***

Ekonomi aslında savaşların en büyük nedenlerinden biri. 2030 yılında dünya nüfusunun yüzde 1'inin dünya servetinin üçte ikisine sahip olacağı tahmin ediliyor. Bugün bu yüzde 1, genel servetin yarısına sahip. Hızlanmaya bakar mısınız?

Dünya nüfusunun yüzde 55’si ise bugün, dünya toplam gelirinin sadece yüzde 1,3’üne sahip ve bu oran düşmeye devam ediyor. Dünya nüfusunun onda biri aç yaşıyor (860 milyon kişi). Her gün 20 bin kişi açlıktan ölüyor.

İçecek suya erişimi olmayanların sayısı da 780 milyon.

1990’lardan itibaren küreselleşme -ulus devletlerin yerine küresel kurumların hakimiyeti- belki herkese bilgi ve hizmetleri demokratik hale getirmiş olsa da eşitsizliği arttırdı ve gelir adaletsizliğini büyüttü. Sermaye ve para akan çeşmenin başında olanlar paraya çok daha kolay erişti. Ve bir avuç azınlık devasa bir şekilde zenginleşirken, artık fazla artmayan pastadan pay alamayan yığınlar yoksullaşmaya devam etti.

Ünlü Fransız ekonomist Thomas Piketty yıllardır kamuoyunu uyararak bunun sürdürülebilir bir ekonomi modeli olamayacağını, önlem alınmazsa hep beraber duvara toslayacağımızı haykırıyor. Zenginlerin sahip olduğu sermaye ve varlıklarının büyüme oranının, ülkelerin büyüme oranlarını geçtikçe, zenginin daha zengin, ulusların yani halkaların daha yoksul olacağını savlıyor çok haklı olarak. Ve bunun için radikal bir öneride bulunuyor. Bu bir avuç zenginden servet vergisi alarak eşitsizliği bir nebze azaltmayı hedefliyor.

Vahşi kapitalizm sistemi Piketty’i dinleyecek mi, bilinmiyor ama öyle veya böyle radikal önlemler alınmazsa Jean Jacques Rousseau’nun o meşum sözünü hatırlamadan edemeyeceğiz:  

Yoksullar yemek de bulamayacakları zaman zenginleri yiyecekler…”

***

Dünyanın doğal dengesini bozan küresel ısınma ve iklim değişikliği tamamen insan kaynaklı. Durdurmak da bizim elimizde. İklim değişikliğiyle mücadele için en başta fosil yakıt kullanımının sonlandırılması gerekiyor. Bu da kömüre, petrole ve doğal gaza bağlı dünya ekonominin karbonsuz bir yönde dönüştürülmesi ve tüketim alışkanlıklarımızın değiştirilmesi demek.

Bu konuda umut taşımamak için birçok gösterge mevcut.

Her devlet kendi iç, sosyal ve ekonomik faktörlerine öncelik verdiği için doğanın mahvolmasına gidiş son hızla ilerliyor.

İklim değişikliğinin bir yalan olduğunu söyleyen liderleri ve peşlerinden giden yığınları kaale aldığınızda ise umut besleyecek kaynaklarınız azalıyor…

***

2023’te bizi neyin beklediğini kestirmek güç.

Lakin, ekonomik, sosyal dengesizliklerin ve de halkların, seçtikleri kimi liderlerinin egolarının kurbanı olmaya devam edeceğini savlamanın pek de irrasyonel bir iddia olmayacağı açık.

Bari savaşlar olmasın; şairin deyimiyle, çocuklar ölmesin, şeker de yiyebilsinler…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün