Akdeniz

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
31 Ağustos 2022 Çarşamba

Akdeniz ve ona kıyıdaş Kuzey Afrika ülkeleri çok önemli coğrafyadır çünkü dünya deniz ticareti konusunda insanlık daha okyanuslara açılmadan; insanlığın hanyayı konyayı anlamasına, müzakere dilinin gelişmesine büyük ölçüde katkılar sağlamıştır. Akdeniz’e kıyısı olan Kuzey Afrika topraklarının 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğuna ait olan bölümlerinde yaşananlar ise bugünün dünyasında ABD’nin deniz ticaretinde ve bağlaşıkları ile kurduğu ilişkilerde mihenk taşlarını oluşturdu aslında. Hiçbir devlet deneyim kazanmadan ilerleyemiyor, tarihte yaşananlar bunu bize hep göstermiştir. Önemli olan o deneyimleri akılda tutmak ve yaşananlardan elde edilen deneyimlere göre strateji belirlemek.

19. yüzyılda sömürgeciliğin zirveye ulaştığı dönemlerde Akdeniz havzası türlü değişimler yaşamıştır. 2000’li yıllardan itibaren ise  Doğu Akdeniz hidrokarbon rezervlerinin paylaşımı hakkında kıyıdaş ülkeler ve küresel güçlerin geliştirmiş oldukları tutum ve stratejilerle  ülkemizin de kıyıdaş ülkelerin de en önemli gündem maddelerinden biridir.

Akdeniz, kendisine kıyısı olan devletlerin çokluğuyla çok büyük bir devinim, para ve güç kaynağı oldu insanlık tarihi boyunca. Bu devasa coğrafyanın büyük bir bölümünün yönetimi 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğunun elindeydi. Çok büyük, çok cafcaflı bir ifade oluyor gerçi böyle yazdığımızda ama tabi bugünkü yönetim biçimimizin oldukça dışında bambaşka mantıkla idare etmekten sözediyorum aslında. Açmak gerekecek, şöyle ki Kuzey Afrika’daki Osmanlı hâkimiyeti 16. yüzyılda Barbaros Hayrettin Paşa’nın Osmanlı Devletinin hizmetine girmesiyle başladı. Osmanlılar, “Garp Ocakları” dedikleri Cezayir, Tunus ve Trablusgarp’ı ilk dönemlerde tek yönetim altında, daha sonraları ise yönetimlerini birbirinden ayırarak idare etmişlerdi. Kuzey Afrika’daki bu eyaletler başlangıçta merkezi idareye tamamen bağlıyken sonradan idare mekanizmasının bozulmasıyla merkezden bağımsız hareket etmişlerdir. Cezayir, Tunus ve Trablusgarp eyaletlerinin gelirlerinin büyük bir kısmını korsanlıktan ele geçirdikleri eşya, ticaret malı ve esirler oluşturuyordu. 19. yüzyıl başlarından itibarense sömürgecilik zirveye çıkınca; Batı ve Orta Akdeniz, o dönemin güçlü dünya donanmalarının cirit attıkları, hakimiyet savaşları yaşadıkları azılı bir coğrafya haline dönüştü. Geçimlerini korsanlık faaliyetlerinden elde ettikleri ganimetlerle sağlayan Kuzey Afrika eyaletleri açısından Amerikan ticaret gemilerinin Akdeniz'e gelmeleri çok olumluydu. Ele geçirilen ganimet ve Amerikalı esirler karşılığında alınan fidye, 18. yüzyılın başından itibaren zayılamaya başlayan Mağrib korsanlığına yeni bir hız kazandırdı. Hele de ABD bağımsızlığını kazanıp, Amerikan ticaret gemilerinin İngiliz savaş gemilerinin koruyuculuğundan çıkınca, ABD gemileri daha da korunmasız kaldılar. Önceleri vergi vererek, barışı ve gemilerinin güvenliğini satın almayı tercih eden Amerikalılar özellikle 19. yüzyılın başından itibaren güç kullanarak istediklerini sağlamayı öğrenmeye başladı. Bu deneyim de, Kuzey Afrika korsanlığının sonunu hazırlayan gelişmeleri başlattı. Tüm Mağrib ülkeleri, güçlü Amerikan donanması karşısında tek tek boyun eğip, Amerikalıların istedikleri şartlarda antlaşmalar yapmayı kabul etmek zorunda kaldı. Amerikan devlet adamları, başta mali zorluklar nedeniyle karşı çıksalar da; Akdeniz’de barışı ve gücü elde etmenin tek yolunun güçlü bir donanmaya sahip olmak gerektiğini anladı. Bugün ABD donanması dünya denizlerinde İngiliz donanması kadar etkiliyse bunun altında yatan en temel nedenlerden biri de budur. Kuzey Afrika ülkelerindeki de mevcut yönetimsel yapılarla ilişki kurmayı başarabilen ABD, bu know-how’ı tüm dünya üzerinde kurduğu denizaşırı ilişkilerde kullanmayı başardı.

25 Temmuz 1785'te, ABD bayrağı taşıyan ilk gemi Cezayir açıklarında Osmanlı gemileri tarafından ele geçirildi. Bu gemi, Boston Limanına bağlı, Kaptan Isaak Stevens'in idaresindeki Maria idi. Arkasından Philadelphia Limanına bağlı, Kaptan O'Brien'in Dauphin'i de aynı akıbete uğradı. 1793 ekim ve kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlıların eline geçti. Amerikan Kongresi, 27 Mart 1794 tarihinde, Osmanlı denizcilerine karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veya satın alınması için, Başkan George Washington’a 700 bin altına yakın harcama yetkisi verdi. 5 Eylül 1795'te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma yapmayı kabul etti. Bu anlaşmaya göre ABD, Cezayir'deki esirlerin iadesi ve gerek Atlas Okyanusunda gerekse Akdeniz'de ABD sancağı taşıyan hiçbir gemiye dokunulmaması karşılığında, tek sefere mahsus 642 bin altın ve yılda 12 bin Osmanlı altını (21.600 dolar) ödeyecekti. Anlaşmanın en dikkat çeken tarafı orijinal metinde olduğu iddia edilen, kimine göre sonraları Cezayir Amerikan Konsolosu tarafından anlaşmaya eklenmiş olduğu varsayılan 11. maddesinde, ‘İslam dinine mensup olanlara karşı savaş ya da fiilen düşmanlık yapılmayacağına’ ilişkin güvencede, ‘ABD Hristiyan dini üzerine kurulmamıştır’ ifadesine yani ‘laiklik’ vurgusuna yer verilmiş olması oldukça dikkat çekicidir. Bazı araştırmacılara göre 11. maddeyi içeren İngilizce metin ABD Senatosu tarafından oybirliğiyle onaylanmasına rağmen, 11. maddeyi içeren sayfanın anlaşmanın Arapça versiyonunda bulunmadığı iddia ediliyor. Frank Lambert’e göre, Güvenceler 1797 Trablus Antlaşmasında yer alıyordu ve dinin anlaşmanın yorumlanma ve uygulanma şeklini yönetmeyeceği konusunda ısrar ederek Müslüman devletin korkularını gidermeyi amaçlanıyordu. 

Başta da belirttiğim gibi deneyimler insanları da devletleri de büyütür. Deneyimlerden çıkarılan derslerle en dikenli yollarda bile pamuklar üstünde yürür gibi ilerleyiverirsiniz. Tarihimizle harmanladığımız deneyimlerimizin devlet aklıyla biçimlendirilmesini, bugünün Doğu Akdeniz politikasının sağlamlaştırılması için kullanmamızı diliyorum.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün