Işık cesur kahramanların üzerinden yükselir

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı Sesli Dinle
16 Şubat 2022 Çarşamba

Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babalarının yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”

Tam 16. yüzyılın son yılında, İtalya’dayız. Bu sözler, bir Domeniken manastırında Hıristiyanlık eğitimi almış ve akabinde rahip olan Giordano Bruno’ya ait.

Bruno, 28 yaşına geldiğinde hayatını ve dini sorgulamaya başlamasıyla birlikte başını dertten kurtaramaz.

İtalya’da Kilise’nin baskısına dayanamayarak yıllarca Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde dolaşır; felsefe ve astronomiye eğilimine paralel olarak fikirleri tepki çekene kadar bu alanlarda eğitimler verir. Prag’dayken keşfettiği ve derinlikli analiz ettiği Kopernik’in gökbilim teorisine kendini kaptırır ve bir vesileyle çağırıldığı ülkesi İtalya’ya döndüğünde özellikle güneş ve dünya sistemleriyle, sonra da Tanrı kavramıyla ilgili görüşleri yüzünden başı derde girer.

Evrenin sonsuz olduğunu ve Kilise tarafından dayatılan, dünyanın evrenin merkezinde olduğu görüşün aksini savunur. Güneşin etrafında başka gezegenlerin var olduğunu iddia eder. Tanrı ile doğanın iç içe geçmiş ve evrenin tamamını kuşatan bütünsel bir güç olduğunu, hatta her insanın içinde Tanrı’nın bir zerresi olduğunu söyleyerek Katolik anlayışın düşmanı olarak kabul edilebilecek panteizmin savunuculuğunu yapar. Kilise artık buna dayanamaz ve Giordano, Engizisyon tarafından tutuklanır. Davası tam dokuz yıl sürer ve 1600 yılında ‘sapkın’ fikirleri gerekçe gösterilerek ölüm cezasına çarptırılır.

Ona düşüncelerinden vazgeçmesi, evrenin sonsuz olduğu iddiasını geri alması durumunda cezadan vazgeçileceği bildirilmesine ve gördüğü onca işkenceye rağmen dimdik durup sözlerini geri almayınca Roma’nın bir meydanına diri diri yakılarak öldürülür.

Son sözlerinden biri de şöyle olacaktı: “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı'yı kullanır…”

***

Bu kez iki bin yıl öncesine Atina’ya, modern Yunan felsefesinin kurucusu Sokrates’e gidelim. Feylesofumuz, ahlak felsefesinin yapısını oluştururken iletişimde olduğu üst düzey bürokratların, ozanların, ustaların, zanaatkarların aslında hayat ile ilgili hiçbir şey bilmediklerini görür, bunların cehaletin pençesinde kıvrandıklarını fark eder. Bu kişiler, hem bilmedikleri şeyleri bildiklerini sanmaktadır, hem de neleri bilmediklerinin farkında değillerdir.

Hayatı sorgulamadan yaşamaktadırlar. Oysaki Sokrates, ‘sorgulanmayan hayatın yaşanmaya değmeyecek bir hayat’ olduğunu düşünürdü.

Sokrates savunduğu görüşleri diyalektik metotla, insanların yanlışlarının kendilerinin farkına varmasına aracı olur ve özellikle gençler arasında çok sevilir.

Atina’yı yönetenler bunun düzenin istikrarı için bir tehlike teşkil ettiğine inandıkları noktadan itibaren Sokrates yakın gözleme alınır ve sonunda ‘başka tanrılara inanmayı teşvik etmek, gençleri isyana sürüklemek ve ahlaklarını bozmak’la suçlanıp tutuklanır, dava sonucunda ölüme mahkum olur.

Aslında Sokrates’in aldığı cezanın ardında yatan Atina’nın yöneticilerini yanlış yönetim ile uygulamalarından dolayı sürekli eleştirmesi ve önemli devlet sorumluluklarının liyakatsiz kişilere dağıtılmasına karşı çıkmasıydı.

Sokrates’e, pişmanlık duyması halinde affedileceğinin söylenmesine ve yakın arkadaşlarının, takipçilerinin ve öğrencilerinin onu Atina’dan kaçırmayı önermelerine rağmen bunu kabul etmeyecek, “Yasaları çiğneyemem” diyecek ve sonunda mahkeme kararı olan baldıran zehrini içerek cezaevinde hayatına son verecekti.

Öğrencisi Platon’un Sokrates’in ölümünden sonra kaleme aldığı ‘Sokrates’in Savunması’ eserine göre, Sokrates mahkeme yargıçlarına son söz olarak şöyle der: “Artık ayrılma vakti geldi çattı. Ben ölüme, siz yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz. Hangisinin daha iyi olduğunu sadece Tanrılar bilebilir…”

***

Son olarak, tekrar iki bin yıl sonrasına dönüyoruz. Bruno’nun öldürülmesinden sadece 30 yıl sonra Amsterdam’da dünyaya gelen Portekizli Yahudi göçmeni Baruch Spinoza’ya gidiyoruz.

Babasının yönlendirmesiyle sıkı bir Yahudi din eğitimi alıp Tevrat ve Talmud okumalarını yaşıtlarına, hatta Amsterdam’daki hahamlara göre çok daha yoğun yapmasına rağmen Spinoza birdenbire dine bakışında büyük bir değişime girer ve çok iyi bildiği Tevrat’ın kimi metinlerine karşı bazı tereddütler gösterir, giderek Tanrı kavramını Bruno’ya benzer bir panteizm ile kaynaştırmaya çalışacak görüşlerde bulunur. Tanrı’nın yerine Doğa’yı, yine Doğa’nın yerine Tanrı’yı yerleştirir, ikisi arasında fark görmez zira ikisi de birbirinin içindedir.

Dönemine göre normalin çok üstünde bir cesaretle statükonun dayattığı din ve Tanrı meselelerine çok farklı bir bakış açısıyla yaklaşır ve bu yönde kitaplar yazmaya başlar. 17. yüzyılın aman vermez Yahudiliğin egemen sınıfı büyük tepki gösterir ve sonunda Spinoza 23 yaşındayken, ‘sapkın’ düşünceleri nedeniyle Yahudi Şeriatına göre ölümden sonraki en ağır cezayı alır; diğer bir deyişle Yahudi Cemaatinden aforoz edilir. Aforoz metni şöyle sona erer:

Onu gündüz ve gece, uyuduğunda ve uyandığında, sokağa çıktığında ve evine döndüğünde lanetliyoruz… Tanrı’nın öfkesi ve kıskançlığı ve bu kitapta yer alan bütün beddualar onun üstüne olsun; Tanrı onun ismini kendi katından silsin… Kimse onunla yazılı veya sözlü yoldan iletişim kurmayacak, ona herhangi bir iyilik sağlamayacak, aynı çatı altında bulunmayacak ve onun tarafından yazılan hiçbir eseri okumayacaktır.”

Baruch Spinoza’ya affedilmesi için defalarca düşünce ve söylediklerini geri alması rica edilse dahi, ilkelerinden ödün vermeyecek ve aforozu şartsız kabul ederek ailesinden, arkadaşlarından ve yaşadığı kentten ayrılıp kendine bambaşka bir yol çizecek ama felsefi çalışmalarına hayatının son gününe kadar devam edecekti…

***

Stefan Zweig bir eserinde şöyle diyecekti:

“Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık.’’

Bruno, Sokrates ve Spinoza’nın en belirgin ortak yanları işte ‘kendini bulmak’ idi muhtemelen. Bilgiyi ve sorgulamayı temel alan hayata bakış ve dünyayı anlama arayışı onlara yitirecek hiçbir şey bırakmayacak ve ilkeleri doğrultusunda çarpık düzene ve bencil güçlere tereddütsüz karşı çıkmalarına neden olacaktı.

İkisi bunu hayatı ile ödeyecek, biri ise sevdiği her şeyi terk edip hayatını büyük sıkıntılarla idame ettirmeye çalışacaktı.

Bugün Bruno ve Sokrates’e ölüm, Spinoza’ya da aforoz cezası verenleri kimse ne tanıyor, ne de hatırlıyor ama bu üçlü yüzyıllarca sonra bile insanlığın düşünce dünyasında altın harflerle anılıyor.

Son tahlilde, farklı düşüncelere tahammülsüzlük yeniliyor, ilkeleri doğrultusunda davranıp insanlık mirasına büyük değerler katanlar kazanıyor.

Lakin despotların yarattığı tahribat da büyük oluyor maalesef.

Zararın onarılması ve yüzyıllık gözyaşların akmasını durdurmak ise zamana kalıyor…

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün