Kendinden büyük demokrasi

Hasan Bülent KAHRAMAN Köşe Yazısı
15 Aralık 2021 Çarşamba

Türkiye’deki demokrasinin elbette çok sorunu var. Ama birkaç sorunu kurucu sorunlar diye belirlemek gerek. Bunların başında şu demokrasi dediğimiz ve ne olduğunu yeterince kavramadığımız kavramın kendisi geliyor. O bir kavram ama biz onu yeterince kavramıyoruz.

21. yüzyılda demokrasi tanımları aramak biraz abes görünebilirse de hayır, değildir. Demokrasi sabit, durağan, değişmeyen, her dönemde geçerli bazı temel unsurlara sahiptir ama gücünü değişebilmesinden, koşullara uyum sağlamasından alır.

Churchill’in ‘İngilizce konuşan ulusların rejimidir’ açıklaması son tahlilde demokrasiye kültüralist bir içerik ve doku kazandırır. 20. yüzyılın galiba demokrasiyi etinde kemiğinde en çok hisseden devlet adamlarından Churchill’in tanımı eğer kültüralistse o ölçüde de kolonyalisttir. Demokrasiyi istemeyen toplumlar elbette vardır. Bugün de var. Veya kendi çarpık rejimini demokrasi diye nitelendiren ülkeler bugün de büyük bir kütle oluşturuyor. Ama demokrasiyi gerçekten yaşamak isteyenler de mevcut. Hele 20. yüzyılın ortasında büsbütün böyleydi. Çünkü bugünkü demokrasi 1945 sonrasının yönetimidir. Churchill onlara ‘siz demokrasi olamazsınız, biz size öğretelim’ demeye getiriyordu sözü ve bu kolonyalistlerin kendilerini ‘modernizatörler’ diye tanımlamasıyla herhalde özdeş bir yaklaşımdı. Doğu toplumları modern değildi. Batılılar onları ‘modernleştirecekti’, sonra da ‘demokratikleştirecek’ oldu.

Demokratikleştirmeyle modernleştirmek aynı değildir. Modernleşme karmaşık, zor, altyapı isteyen bir olgudur. Demokrasi ise eğer temel unsurlarına dönülerek uygulanırsa kolaydır. Ne var ki, ‘dönmek’ o kertede kolay mıdır, işte soru o. Bu bir kültürel kabuller meselesidir. Belli geleneklere sahip toplumların kendilerini demokrasi yönünde dönüştürmesinin zamana yayılan ve zamandan kaynaklanan zorlukları var elbette. Asyatik-despotik toplumlar örneğin bu meydanda nasıl bir pozisyondadır sorusunu demokrasiyi geciktirecek değil hızlandıracak bir parametre olarak düşünmek gerekir. Aksi takdirde Derridacı bir tabirle söylersem müthiş bir aporia (çıkmaz) ile karşılaşırız.

Kaldı ki demokrasi insanın özüne en uygun rejimdir ve bu kanıtlanmıştır. Özgürlüğün olmadığı yerde hiçbir gelişmenin sağlanamadığı bir gerçek olarak saptanmıştır ve daha ilerisi de yoktur bu gerçeğin. İnsan, özgürlüğü içinde insan olabiliyor ancak. Seçim yapabilmesi, insanın, gene bu nedenle önemlidir. Hayatın sırrı ürettiği seçeneklerde yatar. Emperatif ve normatif olarak bazı kısıtlamalar, aynı zamanda bir süper-ego koşulu olarak elbette mevcuttur. Onların dışında kalan alanda insan seçimini yapabilen yaratıktır. Seçim bir irade konusudur. Tercih kendiliğinden olmaz. Kendi dinamikleriyle olur. Demokrasi tamı tamına seçme özgürlüğünün sınırsız şekilde kullanılmasıdır. Gerekirse insan seçimini kendisine rağmen yapar ki, bilimlerin gelişmesi insanın kendisine rağmen oluşmuştur. Her bilimsel gerçekliğe kategorik olarak direnen bir çevre mevcuttur. Her bilimsel gerçek içinde yaşadığımız koşulların konforunu bozacaktır. Bilim buna rağmen diretir. İrade gerektiren eylem de budur.

Demokrasi insana seçme özgürlüğünü tanıdığı oranda işlev kazanabilir. İnsanın yerleşik yapı içinde edip eylemesi her rejimde mümkündür. Ama insanın yapıya dönük seçenek üretmesi ve o seçeneği uygulama mekanizmasını kurması salt demokrasiye özgüdür. Demokrasi içinde bulunduğunuz yapıyı değiştirme mekanizmasıdır. Demokrasi hiyerarşileri kabul eder ama özünde eşitlikçi bir yapı kurar. Haklar yönünden demokrasinin dışına çıkamayacağı kural budur. Çok tartışılmış ‘benim ve çobanın oyu’ bu nedenle yanlış bir tartışmadır ama çok yakın bir tarihe kadar devam etmiştir. Üniversite profesörlerinin oylarını çift oy sayan ‘gelişmiş’ ülkeleri unutmadık.

Sözü Türkiye’ye getirmeden olmaz. Kabul edelim ki, sadece 1946’da değil daha 1908 sonrasında Osmanlı’da dar veya geniş demokrasi denemeleri olmuştur. Eğer belli bir oy eşitliği söz konusu olmasaydı ve bir partiler demokrasisi söz konusu olmasaydı İttihatçılar 1912 seçimlerinde suiistimallere girişmeyecek, o seçim sopalı seçim’ i diye adlandırılmayacaktı. 1946’daki açık oy gizli sayım’ konusu hala unutulmuş değil. O seçimlerde elbette CHP’li olarak sandık yöneticiliği yapan eniştemin oylar gizli olarak sayılırken duyduğu utancı yıllar sonra sürekli anımsaması hala aklımda. Ne var ki, kısa sürede bu kısıtlamalar aşıldı ve bunu bir toplum-siyaset-demokrasi başarısı olarak kaydetmek gerekir.

Ama demokrasi sadece parti seçmekle ve oy vermekle sınırlı değil. Asıl demokrasi çoğulculuktur. O da söz söyleme, düşünce açıklama, görüş bildirme özgürlüğüdür. Modern toplum anlayışı ve modern (bunu ‘güncel’ diye de okuyabilirsiniz) demokratik birey bugün dünkünden farklı meselelerin peşindedir. Çevre, iklim konuları da mesela politika konularıdır bugün ve demokrasiyi doğrudan ilgilendirir. Demokrasi soyut devletin otoriter yapısıyla bireyin özgürlük alanını genişletme gerilimi içinde şekillenir. Birey kendi iradesini öne alma ve bürokratik yapıyı o doğrultuda örgütleme gayretindedir. Esasen demokrasi daha az devlet daha çok toplum ve birey demektir. Bireyin gündelik hayatını etkileyen her konu bugün bir demokrasi meselesidir ve bu yeni bir anlayıştır.

Günümüz dünyası ve dün ‘demokratik söz’ kavramı gündeme geldiğinde daima azınlıklardan yana olmuştur. Azınlık olan teorik olarak yaralanmaya daha açık olandır. Hakkının korunması özel bir çaba gereksinir. Bugünkü demokrasi azınlıklar demokrasisidir. Etnik gruplar, gayler, lezbiyenler, kırılgan tüm toplum birimleri, bizzat doğa, hayvanlar azınlıktır. Elbette öyle olmalıdır. Bu hayati derecede önemli bir konudur. Çünkü o aşamada devreye bu grupların özgürlük alanını genişleten mevcudiyetleri girer. Tersinden söyleyeyim, özgürlük bir toplumda farklılıkların mevcudiyetiyle orantılıdır. Aksi takdirde homojen bir toplum peşinde koşarız ki, denenmedi değil. 19. yüzyılın ‘organik toplum’ anlayışının Durkheim sosyolojisiyle, kitle psikolojisi kavramının Gustave Le Bon’la nerelere vardığını biliyoruz.

Burada duralım. Biz modern Türkiye’yi bir başarı öyküsü olarak kurduk. Düşününüz ki, modern üniversite 1933 yılında kuruldu. O kadar. Öncesi başka bir öyküdür. Bugün modern üniversite 81 yaşında. Ben de 64 yaşındayım. Aklım ermeye başladığında ancak elli yıllık bir üniversite geçmişimiz vardı. Bugün geldiğimiz yer hiç de yabana atılmamalıdır. Ama nasıl üniversite düşündüğümüzde 80 yılı kısa bir zaman olarak görüyorsak toplum kurgusunun Ziya Gökalpçi kökenlerini düşündüğümüzde de bu tarih o kadar kısadır. Hatta daha da kısadır.

70-80-100 yıl toplum tarihinde bir şey ifade etmez. Gökalp’in toplumu sınıf farklarının, çıkar çatışmalarının olmadığı mesleki dayanışmanın yaşandığı solidarist bir mantığa dayıyordu. Mesleki dayanışma da korporatizme açılıyordu. Gökalp dünya görüşünü Durkheim’a yaslıyordu ve ben sen yok biz varız’ görüşü de sakın hakkım var deme/ hak yok vazife vardır’ düşüncesi de Kemalizmin 1930’larda geliştirdiği imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz’ anlayışını besleyen şah damarladır. Yeni cumhuriyet ve devlet bu anlayışa ihtiyaç duyuyordu ama 1960’larda, 1970’lerde de aynı muhakeme çok canlıydı

Elbette 1960’lar gerçeğini yaşadıktan sonra bugün Gökalp’in durduğu yerde değiliz. Ama benim çocukluğum, öğrenciliğim bu şiirleri ezberleyerek geçti. Böyle bir toplum zihniyetini biz demokrasiyle kaynaştırmaya çalıştık. Çalışıyoruz. Toplumun çoğulculuğuna, ayrıksı tutum gösterenlerine toplumsal belleğimizin veya bilincimizin arkasında yer alan bu anlayışla bakıyoruz. Tortu önemlidir. Kaldı ki, bunu tortu değil esas kabul edenler var. Üstelik bazı iç çelişkileriyle. Gökalp’i bu planda benimseyenler onun bir ülke ki/camiinde Türkçe ezan okunur’ dizelerini reddediyor.

Bu muhakeme bugünkü çoğulculuk düşüncesini nasıl kaldıracak sorusundan daha önemli bir şey olamaz ki hem çelişki bizim kaderimizdir hem de demokrasi demokrasiden daha büyük bir şeydir.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün