Apokalips

Riva DUVENYAZ Köşe Yazısı
18 Ağustos 2021 Çarşamba

Eskatoloji diye bir öğreti alanı var: En genel anlamıyla eskatoloji insanlığın nihai kaderini inceliyor. Daha kaba bir tabirle kıyamet diye genelleştirilen, dünyanın sonunu konu alan ve gelecekten söz eden mitler bütününü inceliyor.  

Yahudi geleneğindeki apokaliptik edebiyat kısaca, sürgündeki diasporanın toplanmasını, Mesih'in gelişini, öbür dünya ve ölülerin canlanmasını içerir. Talmud’a göre bu dünya bildiğimiz haliyle 6000 yıl devam edecek. (Hatırlatırım, 5782’ye giriyoruz) sonra 1000 yıl refah ve dinlenme bizi bekliyor!

Bilimsel öngörülerden en çok kabul göreni evrenin ısı ölümü ile son bulacağı. Evren sıcak bir patlama ile başladığı günden beri soğumaya çalışmakta. Bilim insanları evrenin sıcaklığının gittikçe düşeceğini ve evrenin donacağını savunuyorlar.

Hristiyanlık ve İslam’da ölülerin dirilerek mahşerde toplanacağına, hayattayken yaptıkları iyilik ve kötülükler için hesap vereceklerine ve haklarında hüküm verileceğine, iyilerin cennete, kötülerin ise cezalarını çekmek üzere cehenneme gideceğine inanılıyor.

Bu girişi neden yaptım? Bir son’a doğru ilerlediğimiz düşüncesi her inanıştan insanın içinde var.

Apokaliptik metinlerde geleceğin ‘güzel’ dünyasında insanın fazla bir rolü yok. Bu yüzden bu metinler determinist bir kader anlayışı sunuyor ve insana pek de yapacak bir şey bırakmıyorlar. Tanrı’nın evrenin mutlak egemeni olduğu ve inananlara mutlaka sahip çıkacağını işleniyor. Tanrı, zalimleri yani kendi topluluğuna zulmedenleri cezalandırıyor.

Apokaliptik metinlerin en önemli ortak noktası hepsinin birtakım acı ve sıkıntı dönemlerinde yazılmış olmaları. Bu mitler, insanların ideallerini, umutlarını ve duygularını yansıtıyor. Acılara katlanma konusunda psikolojik destek oluyor ve en önemlisi sıkı sıkıya inançlı kalmalarını sağlıyor.

Kaderciyiz, gözlemciyiz. Artan bir hızla bir sona doğru yol aldığımızı kabullendik ve şaşkınlıkla olan biteni izliyoruz. Şaşkınız ancak pek de derinlemesine durum irdelemesi yapacak takatimiz yok. Umursamazlık kaderciliğin bir parçası bana göre, değil mi ki zaten dünyanın sonuna yaklaştık!..

İçimize yerleştirilmiş bu varsayım, dünyanın gittikçe hızlanan bir devinim ile zarar görmesini bize adeta açıklıyor, avuntu sağlıyor.

Bir film vardı, Apocalypse Now (Kıyamet, F.Coppola) zaten dehşet içinde başlayan bir Vietnam savaşı ortamı, gitgide daha absürt, çığırından çıkmış vahşetlere doğru zirve yapıyordu. Başlarda ruh hali bozulan Amerikalı yüzbaşı, gitgide daha duyarsız ve kaderci bir uyuşukluğa sürükleniyor, dozu artan zulüm karşısında tepkisizleşiyordu.

Türkiye’de olan biteni de ancak bu modele oturtabilirim. Zaten gidişat dünyanın kıyametle sonlanacağına dair bir ön kabulle başlıyor, hızlanan vahşet ve fenomenler karşısında ise gittikçe daha duyarsız, daha boşveren daha kabullenir oluyoruz. Artık hiçbir haberin hançer etkisi yok. İlgi aralığımız en alt düzeye kadar düştü. Bir gün ülkenin kavrulan bitki örtüsüne ve tutuşan çaresiz hayvan alemine üzülürken, denizlerdeki sümüksü canavarı unutuyoruz. Sonra bir damlasına muhtaç olacağımız kadar çok suyun, bir şehri yutmasına şahit olup, o canım hayvancıkları ve ağaçları unutuyoruz. Şimdi o kadar suyun ve alüvyonun insana ait bir yerleşim birimini süpürmesine bile üzülemiyoruz, zira orada oluşan can kayıpları bizi öncelikle insan konusuna odaklaştırıyor.

Her tür acıya ve mutsuzluğa alışıp adapte olma özelliğimiz var… Umursamazlık had safhada…  Epey boşveren, balık hafızalı ve kaderci olduk… Hep birlikte kıyameti bekliyoruz…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün