Kötülük iyiliği yeniyor mu yoksa?

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı 1 yorum Sesli Dinle
2 Haziran 2021 Çarşamba

Çocukluğumuzdan beri evde, okulda, işyerinde, hayatın her türlü gönderdiği limanlarda bize hep ‘iyi’ olmanın önemi ve gerekliliği anlatılmışsa, neden hep iyiliğin kötülüğe yenilmekte olduğu çıkarımına varıyoruz genelde?

Oysaki dinsel öğretiler insana sürekli iyi olmanın erdemini anlatır. Tanrı’nın, iyinin yanında olduğuna dair kadim inancı zihnimize ve bilinçaltımıza gönderir sürekli. Kimi öğretiler de iyiliğin karşılığının veya hediyesinin cennete gitmek olduğunu anlatır günahkâr ruhlara.

Lakin bugün, kendi küçük çevremizden dünyanın en ücra köşesine kadar kötülüğün kol gezdiğini, iyiliğin mumla arandığını görüyoruz. Yoksa iyilik ve kötülük kavramı göreli ve yanılsama dolu algılar mı içeriyor, bilinemiyor. Veya iyiler sessiz çoğunlukta mı?

Zamanın ruhuna göre bu kavramların pekâlâ da birbirinin konumuna girdiğini de biliyoruz ama mutlak bir ayırım olduğunu söylememek mümkün değil, insanın fıtratı bağlamında. Kötülük kabaca, insanın ihtiyaçlarına, çıkarına, hatta dileklerine aykırı gelen, bundan hareketle ona zarar veren maddi ve manevi eylemlerin niteliği olarak açıklanmalı.

Eğer bir söz veya bir eylem insana zarar veriyorsa bu, kötülüğün insana çarpmasıdır ve hatta ruhuna veya bedenine karşı ‘iyi’ olmayan, bir darbedir. Bu davranış biçimi çıkar kavgasından, güç arayışından hatta hayatta kalma güdüsünden hareketle öteki’ye kötülüğün ağırlığını hissettirir. Öyleyse çıkar, güç arayışı ve hayatta kalma adına, savunma amaçlı ‘kötülük’ doğal mıdır, insani midir?

***

Sokrates kötülüğün bilgisizlikten ve cehaletten ileri geldiğini düşünmüştü. Oysaki Aydınlanma Çağından itibaren akıl ve bilgi, varoluşun merkezine oturmasına rağmen, bireysel ve toplumsal bazda yapılan kötülüklerin en az Aydınlanma Çağı öncesi kadar ve hatta giderek daha yoğun ve gaddar olduğu gerçeği karşısında, kötülüğün iyiliğin eksikliği olduğu görüşü hakim olur, insanoğlunun düşünce yol haritasında.

Immanuel Kant kötülüğü çok ilginç bir konuma sokar. Der ki, “Kötülük diye bir kavram yoktur, sadece iyilik tohumu vardır ve bu tohum gelişme çağında kimi zorluklar ve engeller karşısında gelişimini ‘iyi’ olarak gerçekleştiremeyebilir ve iyi olmama durumu olan ‘kötü’ye kayabilir”. Diğer bir deyişle kötülük, insanlığın gelişme evresinde belki doğal sayılabilecek, bir gelişememe durumudur ve Tanrı’nın ona verdiği aklı ile bunun üstesinden gelebilmelidir.

Kant’a göre bu kaçınılmaz doğal bir durumdur ve Tanrı bundan sorumlu değildir. Ancak aklını kullanamayarak içgüdülerine yenilip kötülük devam ederse bu artık radikal bir kötülüktür ve bunun cezasız kalmaması gerekir. Tanrı bundan da sorumlu değildir, Kant’a göre. Zira akıl radikal kötülüğü bilinçli olarak yaratmaktadır…

***

Holokost’un baş mimarlarından, Nazi Almanya’sının ünlü kolluk gücü SS’lerin başı Adolf Eichmann, 1946’da savaş sonrası Arjantin’e kaçıp orada 14 yıl özgürce yaşadıktan sonra 1960’ın Mayıs ayında Mossad ajanları tarafından yakalanıp Kudüs’e getirilip yargılandığında “Bu büyük soykırımı neden ve nasıl yaptın?” sorusu karşısında mahkemede herkesi şaşırtan çok ilginç bir savunma yapar. Eichmann, Kant’ın ‘ödev ahlakı’ ilkesinden hareket ettiğini ileri sürer. Ödev ahlakı ise, Kant’a göre bir eylemin sadece ödev ve yükümlülük duygusuyla yapıldığı zaman gerçek bir ahlaki değer taşıyabileceğini savunan etik görüş.

Eichmann, emirlere tamamen kendisine verilen bir sorumluluk ve ödev kapsamında uyduğunu iddia eder, mahkemede üzerine basa basa, ömrü boyunca Kant’ın ahlâk kurallarına, bilhassa görev tanımına uygun hareket ettiğini söyler ve Kant’ın bu teorisinin, kelimesi kelimesine doğru bir tanımını yaparak herkesi hayrete düşürür. Lakin Eichmann nedense Kant’ın bu teorisine onun koyduğu çekinceyi gözden kaçırtır. Zira Kant, alınan buyruğun -ödevin- sorgulamasının yapılmasının önemine değinmiş ve bireyin karşı düşüncesinin olması durumunda bunu yüksek sesle ifade etmesinin ve değiştirilmesi için harekete geçmesinin gerekliliği ile teorisini sonlandırmıştı.

Eichmann, bu nedenden olacak, sürekli olarak buyruğun yerine getirilememesi durumunda öldürüleceğini defalarca söyler hakime.

Bu meşhur davayı izleyen ünlü düşünür Hannah Arendt ise Kant’ın teorisinden hareket eden Eichmann’a katılmamakla birlikte düşün tarihine ‘kötülük’ kavramının bir alt kategorisini armağan edecek ve Eichmann’ın Holokost’taki görev ve icraatının tanımını, aklın kullanılmadığı, sadece buyrukların yerine getirilmesine odaklanan ‘sıradan’ bir kötülük şeklinde yapacaktı.

Arendt tabii ki müthiş bir eleştiriye uğrayacak, milyonlarca kişinin katilini ‘sıradan kötü’ biri olarak nitelemesi büyük bir şaşkınlıkla karşılanacaktı.

***

İster radikal kötülük ister sıradan kötülük olsun, insanın kötülüğü bugün aynı hızla devam etmekte. İnsanlık, uzun erimde hep ileriye gider, iyilik kötülüğe galip gelir son tahlilde ama bu hayat düz bir çizgide ilerlemiyor. İyilik bağlamında inişli çıkışlı evreler hayatın doğal akışına göre ilerliyor. Yaşadığımız günler veya yıllar, iyiliğin eksikliğinin daha çok hissedildiği, diğer bir deyişle kötülüğün tüm silahlarıyla arz-ı endam ettiği zamanları gösteriyor dünyaya.

Kötümserliğe düşmekle birlikte iyiliğin örgütlenmesini dilemek gerekiyor. İyilik tohumunun gelişimindeki eksiklikleri doldurmanın ve iyileştirmenin gayreti içine girmek gerekiyor.

Kötülüğe teslim olmamak için harekete geçmek ve ‘kral çıplak’ demekle işe koyulmak gerekiyor.

Don Kişot bu mücadele yenilmiş olabilir ama insanlık, kendi çöküşünü seyretmek istemiyorsa ayağa kalkmalı artık.

Başka bir hayat yok, zira.

İyiliğin taç giydiği günleri ömr-ü hayatta görmek istemek kadar doğal ne olabilir ki, hassas ruhlar için…

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün