Trump gitti korona ne olacak?

Hasan Bülent KAHRAMAN Köşe Yazısı
14 Ocak 2021 Perşembe

Hastalıkların sadece hastalık olmadığını, bize metaforlarıyla geldiklerini en son Susan Sontag’dan öğrendik. Artık neredeyse klasikleşmiş Bir Metafor Olarak Hastalık (Illness as a Metaphor) adlı kitabında (başlangıçta üç bölümlü bir deneme olarak yazılmıştır) konuyu ele alır, tartışır. Bütün yazdıkları gibi çok derinlikli değildir ama konuyu saptaması ilginçtir. Özünde veremle kanseri tartışır. Sonradan kitaba bir bölüm ekleyip AIDS konusunu da ele aldı. Bu hastalıkların toplum planında nasıl farklı şekillerde karşılandığını irdeler. Verem 19. Yüzyılın ‘romantik’ hastalığıdır, bir yaratıcılık ve ‘hassas ruh’ hastalığıdır. Kanserse 20. yy’a aittir ve ondan çok farklı şekilde değerlendirilir. Verem geldiğinde ‘doğal’ kabul edilir, hastalık adeta hastaya yakıştırılır. Kanserse ‘bela’ olarak görülür, neden o insana geldiği sorulur.

Sontag’ın görüşlerini fazla ‘edebi’ ve hatta yüzeysel bulurum. Nitekim çok önemsediğim Camille Paglia’dan da sürekli olarak kuvvetli kırmızı kartlar görmüştür ama gene de önemserim. Üstelik Sontag’ı 1980’lerin başında New York’un Lower East Side’ın küçük kahvelerinden anımsıyorum. Saçları o zaman da uzun ve beyazdı, o zaman da suratında fazla yukarıdan bakan, ben bilirim edası vardı.

Gene de ‘Against Interpretation’ (‘Yoruma Karşı’) makalesinden beri onu çok seviyordum, üstelik New York entelektüel camiasının en ‘Fransız’ kimliği o değil miydi? O tarihlerde kimseler Genet’yi, Artaud’yu, Gombrowicz’i, bilmezken, sonradan günlüklerinden okuduğumuz şekilde, Sontag Paris’te onların yapıtlarını tanımış, New York’ta ‘Village’ aydınlarına da yorumlarıyla birlikte taşımıştı. Biraz da onun yazıları sayesinde bu adları andığım zaman o çevrelerde ‘Fransız kalmıyordum’.

Bunlar tamam da dünya asıl veba salgınıyla sarsılmıştır. O kadar ki, birçok kutsal metinde salgından sonra ‘biz ölmeyenler, vebada ayakta kalanlar’ diye bazı insanlar kendilerini yüceltmiştir. Yalan değil, 1340’lardaki veba salgını yani ‘Kara Ölüm’ (ki, Çin’de başlamış, Avrupa’ya ticaret yollarıyla gelmişti) 25 milyon insanın ölümü demekti. Ölmeyen elbette kendisini başka bir insan olarak görecek, Tanrı’nın sevgili kulu sayacaktı.

*

Büyükler büyüğü Fransız ‘düşünce sistemleri tarihçisi’ (kendi tanımıdır) Michel Foucault, hastalık konusunu bambaşka bir anlayışla ele alır. Muhtemelen Sontag’a da esin olacak şekilde 1963’te Kliniğin Doğuşu isimli kitabını yayınlar. Kitabın alt başlığı Tıbbi Algının Arkeolojisi’dir. ‘Arkeoloji’ sözcüğünü Foucault baştan beri sever. Zaten bir sonraki kitabı İngilizceye Şeylerin Düzeni: Bilginin Arkeolojisi adıyla çevrilecektir. Bu sonradan kesinlikle bir temel başvuru kitabı niteliği kazanan yapıtında ‘Aziz Foucault’ 18. Yüzyılın sonunda ve 19.yy başında tıp alanında meydana gelen değişiklikleri izler. 

Zorlu kitap ‘tıbbi bakış’ (‘le regard médical) kavramını ele alır. Doktor insan bedenine bakan ve onu şahsın kimliğinden ayrı bir nesne olarak inceleyen kişidir. Bu anlayış 18. Yy sonunda önemli bir değişiklik geçirir. Doktor artık geleneksel tıbbı kullanmaz. Özellikle Fransız Devrimiyle başlayan modernleşme bilme biçimlerini değiştirmiş, o arada tıp bilimlerini ve doktorun pozisyonunu da etkilemiştir. Doktor artık geleneksel tıbbın kategorilerini aşar. Doktor önceki çağda organize tıbbi bilgiye sahip olan kişidir. Yeni dönemde ise otoritesini klinik tıptan alır. Asıl olan artık başlı başına bir kurum niteliği taşıyan kliniktir.

Foucault bu minval üzere ilerlerken birkaç çok önemli saptamada bulunur. Birincisi, bedenin bio-politik bir gerçeklik olduğunu belirtir. O zaman tıp da bio-politik bir strateji olacaktır. Yani devletin müdahale alanlarından biridir tıp ve devlet otoritesini, edimini güçlendirmek için tıbbı da kullanır. Bu oluşumun sistematik gelişiminin cüzzamla veba arasındaki ilişkide ortaya çıktığına değinir.

Cüzzam daha dinsel bir hastalık gibi görülür ve hastayı toplumdan dışlamakla bütünleşir. Cüzzamlılar toplumun dışına itilir. Veba ise, Foucault’nun asıl çalışma alanı olan kavramla söylersek ‘disiplin programlarının’ uygulanmasına yol aça: hastalığın izlenmesi, önlemlerin alınması karar süreçlerinin oluşturulması, hatta, kentlerin yeniden düzenlenmesi. Böylece, tıp söz konusu edilerek, veba döneminde ‘organize disiplinin askeri modelleri’ uygulanır, cüzzamda görülen dışlamanın dinsel yaklaşımları aşılır.

Kaldı ki, her hastalık, bu büyük düşünüre göre, ailede, bedende ve toplumda ayrı ayrı şekillenir. Hastalık ve mücadelesi aynı zamanda siyasal, ekonomik, toplumsal ve elbette kültürel düzlemlerde cereyan eder. Bedende yaşanan ve kişinin hastalığı kavrayışıyla, bu örneklerden de belli, toplumsa yaşanan, toplumun kavradığı hastalık birbirinden çok farklıdır.

*

Tabii, Sontag’ı, Foucault gibi bir devle mukayese etmek imkânı yok. Foucault bir dâhiydi ve korona günleri onun dehasını kanıtladı. Geçen yılın mart ayında başlayan bu salgınla birlikte devletle olan ilişkimiz bambaşka bir boyut kazandı. Devleti müdahaleye çağırıyoruz. Devletin müdahalesini yönlendirmeye gayret ediyoruz, bilim adamı veya doktor konumundaki herkesi yeniden Tanrılaştırıyoruz, aşıyı dört gözle bekliyoruz, kimin aşılanacağını yönetmek için mücadele ediyoruz. Kısacası hastalık geldi, hayatımız birey, beden, toplum düzenlerinde yeniden kurgulandı.

Ben bu filmi daha önce de görmüştüm. 1980’lerin başında hayatımıza karışan AIDS yepyeni politik gelişmelerle bütünleşmişti. Thatcher-Raegan döneminin muhafazakâr politikaları AIDS’in uzantısı sayılsa yeridir. Korona ise Trump-Johnson döneminin hastalığı olarak görülecek. Şimdi Trump devrildi gitti ve çok kötü gitti. Bu gelişmenin koronayla ilişkili bir yanı var. Trump’ın devrilmesi de koronayı etkileyecek.

Hastalık, nereden bakarsak bakalım, zor iş!

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün