Dostlarım hastalar…

Sami AJİ Köşe Yazısı
16 Eylül 2020 Çarşamba

Geçenlerde, kayınpederimin kitapların arasından gördüğünüz 1956 baskılı kitap tekrar elime geçti. Hatırlarım, kayınpederim dernek dönüşü geniş kültürü olan Doktor Albukrek’le sohbet etmekten çok zevk alırdı.

Bu kitapta Dr. M.-O. Albukrek1 hastalarıyla olan ilişkilerini yaşadıklarını ve düşüncülerini, çok zarif ve ince mizahi bir üslupla kaleme alır. Ayrıca yer yer bölüm sonlarında koyduğu minik karikatürleriyle sanatsal tarafı da ortaya çıkmaktadır.

“Yine mi doktorlar?” diye söylendiğinizi tahmin ediyorum.

Son zamanlarda doktor olmayan kaldı mı ki?

Dünyanın her tarafından o kadar çok sayıda ve ismini dahi anlayamadığımız sahalarda, tıp uzmanları çıktı ki kime inanacağımızı şaşırdık. 

Neredeyse, Moliere’in ünlü komedisinde2 yaptığı gibi üstümüze bir önlük başımıza da bir takke geçirip kendi kendimizin doktoru olacağız. . 

Ancak tıp ne kadar ilerlerse ilerlesin, değişmemesi gereken hasta - doktor ilişkisidir.

Müsaade ederseniz sevgili doktorumuzun konuya açıklık getiren iki anısını biraz kısaltarak (inşallah mizahi dokusunu bozmadan) aktarmaya çalışacağım. 

Önce dönemin, bana göre, genel havasını tarif etmem lazım. Doktorlar genel anlamda ailenin adeta bir ferdi gibi kabul edilirdi. En ufak bir sıkıntıda ona telefon açılır ve derhal eve gelmesi rica edilirdi. O da yağmur, çamur, kar, fırtına demeden mümkün olan en kısa zamanda çağrıya icabet ederdi. 

Muayenesine gidildiği takdirde ise hekimimiz müteşekkir olur ve ücretinde de indirim yapardı.

Tahmin edeceğiniz üzere ‘vizite’, bir taraftan kâğıt kalemle tutulan notlar, diğer taraftan ve bilhassa tüm ailenin, akrabaların diğer hısım ve yakınların, kişisine göre de piyasa durumuna dair yapılan konuşmalarla bitmek bilmezdi… Doktorun sabrı tükenmiş olurdu ama hasta çok rahatlamış şekilde yanından ayrılırdı.

Şimdi sözü kitabın yazarına bırakıyorum: 

Günlerden bir gün hastalarımdan birinin kocası çok acil olarak evlerine gelmemi ve karısının doğum sancılarının başladığını söyler. Elimden geldiği kadar süratle hastanın başına ulaştım; kadının çığlıkları tüm hazirunu dehşete düşürmüştü. Müstakbel baba ise dışarda odaları arşınlayıp duruyordu. Önce lüzumsuz seyircilere odayı boşaltmalarını rica ettim. Sonra müstakbel anneyi sakinleştirerek işime başladım.

Nihayet bebek dünyaya geldi. Çok tatlı bir kızdı. Babayı içeri çağırdım. Bebeği görür görmez yüzü asıldı. 

-Bir kız mı? Ama ben bir erkek bekliyordum. Herkes bana mutlaka bir erkeğin geleceğini söylemişti.

Bir taraftan sesini yükselterek kaderine küsmeye başlarken diğer taraftan bana suçlayıcı bakışlar fırlatıyordu. Herhalde imkânı olsaydı beni öldürebilirdi.

Tüm sükûnetimi muhafaza ederek elimi omuzuna koydum ve gülümseyerek: 

‘Bakın dostum, malınıza iyi bakın. Muhteşem değil mi? Tıpkı size benziyor. Bu meyanda eşinizi de tebrik edin ve ona teşekkür ve sevginizi sunun.

Bana karşı kızgınlığınızı da anlamıyorum. Yurt dışına bir sipariş verdiğinizi farz edin. Teslim edilen mal sizin isteğinize uymuyorsa, gümrükçüye kızmaya hakkınız var mı?’”

***

Yıl 1941-42. II. Dünya Harbinin zor yılları. Kısmi seferberlik ilan edilmiştir. Doktorumuz ikinci kere askerliğe çağrılır. Tabip subay olarak kısmetine Tavas kasabası (Denizli) düşmüştür. 

…Artık subaydım. Aynı zamanda resmî hükumet tabibi idim. Görevime henüz başlamıştım ki, nikâhların kılınması için iki tarafın sağlık raporu alması mecburiyeti getirildi.

Bir gün karşıma bir köylü çift geldi. Muayene olmak için kilometrelerce yol yürümüşlerdi. Kız tamamen sağlam çıktı. Ancak erkek sağlam değildi. Tanrıça Venüs’e adadığı bir ilişkinin taze tezahürlerini taşıyordu. (Hastalığın ne olduğunu anladınız tabii. Terim o kadar hoşuma gitti ki ben aynen aldım.)

Aynı anda menfi raporumu yazarak bu evliliğin ertelenmesi gerektiğini taraflara bildirdim.

Aradan iki gün geçti. Gece vakti evimin önüne 6-7 kişilik bir grup geldi. Kapıya indim. O köyden gelen çiftin akrabalarıydı. Çok nazik ve utanç dolu bakışlarla benden raporumu değiştirmemi istediler.

‘İmkânsız,’ dedim ‘Damat adayı hastadır.’

‘Ama doktor bey, tüm davetler yapıldı. Her şey tertiplendi. Çalgıcılar bile tutuldu…’

O kadar çok ısrar ediyorlardı ki en sonunda kızın babasını yanıma çağırdım. Ona evlendiği takdirde gelinin hayatının, hatta doğacak çocuğunkinin dahi, tehlikede olacağını açık açık beyan ettim.

Adam hiç etkilenmedi. Grup da ısrarcıydı. 

O anda bu davranışlarının altında başka bir sebebin yattığını hissettim. 

Hızla üstlerine yürüdüm, gözlerine dik dik bakarak ve sert sesle, ‘Bana bakın, ya derhal bu ısrarınızın sebebini söylersiniz ya da erlerimi çağırır sizi dağıtırım’ diye bağırdım.

Başlarını öne eğdiler; hepsinin yüzleri berbat bir hal almıştı. Nihayet biri öne çıktı ve ‘Doktor Bey, o gün muayeneye gelen damat adayı değildi; mutlaka köyde kalmaya mecburdu; onun yerine amcaoğlunu gönderdik.’”

***

Son sözü yine kendisinden alalım,

50’li yıllarda, ünlü bir Fransız tıp dergisince yapılan bir ankete Dr. Albukrek nasıl cevap vermişti? Sorulan şu idi, Bir doktordan ne beklenir?”    

“Mantıken bir hasta, kendi yaşamının güvencesi için, doktorunun, hastalığa karşı her türlü bilgi ve tecrübeyle donanmış olduğuna inanır. Ancak icab-ı halde ve gerektiği zamanlarda, hasta, doktorundan, bir babanın derin sevgisini, bir annenin sarsılmaz şefkatini, bir kardeşin yakın dostluğunu veya eski bir arkadaşın gerçek samimiyetini bekler.”

Bu yorum en iyilerinden biri olarak dergide yayınlanır… 

---

1 Dr. M.-O. Albukrek hepinizin yakından tanıdığı Viktor, Yılmaz ve Dr. Musa Albukrek’in babaları idi. Ayrıca rahmetle andığımız iki de kızı vardı.

‘Hastalık Hastası’ komedisi. Bilindiği üzere, Moliere doktorlardan hiç hazzetmezdi. Onları hicveden birçok eseri vardır…

       

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün