Emekliliğin dayanılmaz ağırlığı

Köşe Yazısı
4 Aralık 2019 Çarşamba

Bundan iki yıl kadar önce artık emekliye ayrılma zamanımın geldiğini yakın çevreme açıkladığımda yoğun bir itiraz yağmuruna tutulmuştum. Bir yandan aile yakınlarımız, beri yandan can dostlarımız, yakın arkadaşlarımız beni bu kararımdan caydırmak için özel bir kampanya başlatmışlardı adeta! “Merak etmeyin, hobilerim, uğraşlarım çoktur, bunalıma girmem” türünden insanları rahatlatma hamlelerim nedense hep boşa gidiyor, kulak arkası ediliyordu. Meğer bunalıma girmesinden endişelendikleri kişi ben değil, evde benimle baş edemeyeceğini düşündükleri sevgili karımmış, yeni anladım!

Gerçekten ataerkil toplumlarda, ‘aile reisi’ unvanını yitirmemek uğruna kendisini ömür boyu iş hayatına adayan erkek tayfasının, günün birinde “artık benden buraya kadar” diyerek, ayakta duramayacak kadar yaşlanmadan, bunamadan, henüz iş görebilecek durumdayken evde oturup çiçek yetiştirmesi bağışlanabilir bir suç değildir. O evin hanımının halini düşünebiliyor musunuz? Sabahtan akşama ayakaltında dolaşan bir aksi adam: “Odayı havalandırmanın sırası mı şimdi, cereyan yapıyor! Görmüyor musun gazete okuyorum, sustur şu elektrikli süpürgeyi! Her gün çamaşır mı yıkanırmış, makine ondan ikide bir arızalanıyor! Telefonda bunca konuşacak ne bulursun?”

Aslında öyle olmadı, çünkü ayakaltında dolaşmak için yeterli zamanı henüz bulamadım. Tuhaftır, ilk önce uyku alışkanlığım değişti. Çalışma hayatım boyunca uyuyamamaktan değil de az uyumaktan şikâyetçi olmuşumdur. Çalar saatin sesinden nefret ederdim. Kimi sabahlar alarmı susturur yeniden sıcak yorganımın altına sığınırdım. Hepsi bitti. Gün ağarsın ya da ağarmasın, ister hafta sonu olsun ister hafta içi, hiç fark etmiyor, her sabah en geç beşte ayaktayım artık. Ne mi yapıyorum? Çıt çıkarmadan, ayaklarımın ucuna basaraktan - bunun için hiç ses çıkarmayan tabanı yumuşak terlikler bile aldım - banyoya geçiyorum. Ardından giyim faslı... Bu işlem kış aylarında biraz daha dikkat istiyor, zira yatak odamızın ya da koridorun ışığını kesinlikle açmamam gerekiyor. Uzun kış sabahlarında yaz saatiyle yaşamanın bir yararı da görme engelli vatandaşlarımızla empati kurmak olsa gerek. Karanlıkta ses çıkarmadan giyinmek konusunda büyük mesafe kat ettiğimi iftiharla söyleyebilirim. Giyim kuşam işleminden sonra kapağı çalışma odama atıyorum. Artık özgürüm!

Yatak odasında ses çıkarsam ya da ışığı yaksam ne olur diye soracak olursanız cevap basit: Karım uyanır! Oysaki onun en azından iki-üç saat daha mışıl mışıl uyuması gerekir ki ben de verimli bir şekilde yazı - çizi işlerimi görebileyim. Allahtan sabah uykusunu sever sevgili refikam. Uyandığında birlikte kahvaltı ederiz. İşbölümü yaptık, kahvaltıyı sabahları ben hazırlarım, kalan öğünlere karışmam. Kahvaltıdan sonra... bir de bakmışım ki akşam olmuş!

Einstein’ın zamanda görelilik kavramı işte tam bu noktada hayatıma giriyor. Aktif çalışma hayatımda karikatür çizdiğimi, kitaplar yayınladığımı, çeşitli derneklerin yönetim kademelerinde görevler üstlendiğimi bilen dostlarım, bunca karpuz bir koltuğun altına nasıl sığıyor diye merak ederlerdi. Basit. O zamanlar bir gün tam 24 saatti. Bunun sekiz saati uykuyla geçince geriye 16 saat kalıyordu ki bu süre bana bolca yetiyordu.

Emekli olunca günler aniden kısalıverdi. Gün içinde yapmayı planladığım işleri 16 saate sığdıramaz oldum, bir kısmını ertesi güne kaydırmaya başladım. Fakat yalnız günler mi? Bir de baktım ki haftalar da kısalmış! Hatta aylar bile... 2019 yılına sanki daha geçenlerde girmiştik, oysa şimdi aralık ayındayız. Arada evimizin balkonunda domates, biber yetiştirmeyi planlamıştım olmadı. Seramik kursuna yazılacaktım, hep yapmak istediğim bir uğraştı, bir türlü sıra gelmedi. Perşembe günleri ağzımı sulandıran etkinlikler düzenleyen ‘Genç Emekliler’ grubuna katılacaktım, zaman elvermedi...

Karıma göre hayır demesini bilmiyormuşum, her öneriyi, her daveti anında kabul ediyormuşum. Oysa eskiden de öyleydim, asıl sorun (sorunsa şayet) başka: İş yaşantım boyunca bir güne birden fazla randevu, görüşme, toplantı sığdırabiliyordum; oysa emeklilik yaşamımda aynı günde bırakın iki ayrı görüşmeyi, bir görüşmenin ardından postaneye gitmeyi bile ertesi güne bırakır oldum. Bunun nedenini keşfetmekte gecikmedim; işte açıklıyorum: Ağırdan alıyorum. Evet, artık gecikiyorum diye sıkılmıyorum. Sıkılmayınca da gerginlik yok, stres yok... Sorun da bu!

Einstein, görelilik kavramını herkesin anlaması için şu şekilde açıklamış: “Güzel bir hanımla geçirdiğiniz bir saat size bir dakika gibi gelebilir. Elinizi bir dakika boyunca kızgın ocağa dayayın, bakın o bir dakika kaç saate dönüşecek?” Anlaşılan ağırdan almanın da bedeli zamanmış. Fakat yine de yaşasın emekliliğin dayanılmaz ağırlığı!

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün