“Gitme, kal burada, oyna benimle!”

Dalia MAYA Köşe Yazısı
10 Nisan 2019 Çarşamba

Acılarla yoğrulmuş topraklar... Dile gelse ne hikâyeler anlatacak memleketimin her köşesi, her dağı, her ağacı... Sular... Ah o dört taraftan çağıl çağıl Fırat’a akan sular... Şarıl şarıl dik yamaçlarından yeşiller içindeki Eğin’de... Karlı zirvelerinden bozkır rengi Munzur Dağlarında... İnsanlar hep güler yüzlü, sokaklarda köpekler patisini uzatıp gitme diyorlar insana. “Gitme, kal burada, oyna benimle!”

Oysa gitmişler... Yüzyıllar içinde yaşanmış onca acılar, katliamlar... Yörenin yerleşik halkı, Ermeniler, Aileviler, Kürtler ve daha niceleri... İşlerini, aşlarını, zanaatlarını, hayatlarını bırakıp gitmişler, gitmek zorunda kalmışlar bereketli kıldıkları bu zorlu toprakları, kurdukları köyleri.

Bırakmak zorunda kalmışlar... Yok olmuş, yok edilmiş binlerce can... İsimleri bile değişmiş köylerin, kasabaların...

Geride kalan ise bir avuç can!

Tarihi çeşitli kaynaklardan zaten okursunuz. Tarihi özetlemek değil burada niyetim. Anadolu’nun kadim toplumlarının anısına çıktığımız bu gezide, hissettiklerimi aktarmaya çalışmak. Dokunmak, insana; yüreklere, ruhlara.  
Acıları dindirmek mümkün değilse bile,  daha huzurlu, daha barışçıl, daha insanca bir gelecek yaratabilmek için bir adım atabilmek. 
İnsana sarılmak gereken bir yerdeyiz; yaşama sarılmak gereken bir yerde. Doğa harikaları ile donandığınız bu yerde, Fırat’ın koynunda... Nasıl?! Nasıl bir insan nefret köprüsü diyebilir bir köprüye, her gün üstünden geçerken o köprünün?! Nasıl komşusuna nefret gözü ile bakabilir, o komşu ki, yok özünde kendisinden bir farkı?!

Bilmediğinden korkar insan, oysa komşunu kendin gibi sev der kitap. Kendini de komşun gibi... Bu bereketli topraklar hepimize yeter, yok olan yok edilmiş halklar zenginlikleriydi oysa bu toprakların. Kaybolan tohumlar gibi... Anılarıyla, hikâyeleriyle kaydolmuşlar taşa toprağa... Ne kadar değiştirmek isteseniz de isimlerini, gün olur geçmiş çıkar gelir insanın karşısına bir aile hikâyesinde, bir türküde, bir adak yerinde... Tohumlar, yeniden canlandırılmaya çalışılır bir zaman sonra şimdi olduğu gibi... Ancak, ne o tohum geçmişin tohumudur büyüttüğünüz ne de o insan geçmişin zenginliklerine vakıftır artık. Acı ve hüzün kök salmıştır yüreğinde.

Yine de nefret dili sevgi diline dönüştüğünde, geçmişin acılarından süzülen bir ses yüreklere fısıldar: “Bir gün geri geleceksin.”

Şairin dediği gibi 
“Zaman gelecek. 
coşkuyla, 
kutlayacaksın kendini varınca 
kendi kapına, kendi aynanda. 
her biri gülümseyecek ötekinin hoş karşılayışına. Diyeceksin ki, şuraya otur. Ye. 
Kendin olan yabancıyı seveceksin yine.”1

Kendini sevmeyi başardığında başlayabilecek insan geçmişi ile yüzleşmeye... Geçmişi nefret değil sevgi penceresinden dinlemeye... Sevgiyle sarılmaya başlayınca binlerce yılın acılarına şahit ağaçlara; yitik yaşamların, dağlardan gürleyerek akan kayıp toplumlarına acı gözyaşlarının karıştığı sulara... Kim bilir belki o gün, nihayet, huzur ve barış ve bir sessiz gülümseme yayılacak yüreğine... 
Ne ki, yiten yitmiş... Giden gitmiş. Göçen göçmüş. Geçmiş kayıp bir düşman, geleceği yok eden... Anılar silik; virane anıtlar soluk... Ve biz zamane gezginleri sessiz bir izleyici geçmişin ihtişamlı kültürlerinden kalan izleri koruma çabasında...

1Karayipli şair ve oyun yazarı, 1992 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Derek Walcott’un (1930-2017) Aşk Üzerine Aşk şiirinden

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün