Mısır´dan çıkış ve yemek problematiği

Sami AJİ Köşe Yazısı
3 Nisan 2019 Çarşamba

Geçen yazımda, Purim dolaysıyla 2600 yıllık bir gelenekten bahsetmiştim. Bu sefer de daha geriye gideceğim ve takriben 3331 yıldır kutladığımız bir milli bayramdan, Pesah’tan bahsedeceğim.

Sekiz gün süren bu anma esnasında, ilk gece çocuklarımıza, mealen, söylediğimiz en önemli sözlerden biri, şudur: “Sen şu anda, atalarının Mısır’dan, nasıl çıktıklarını değil, yarın sen Mısır’dan çıkacakmışsın gibi düşüneceksin.”

İşte problem de bu laftan sonra başlıyor. Akşam, Seder’e oturduk mu artık ne zaman kalkacağımız, nasıl kalkacağımız, hatta sandalyemizden kalkabilecek güçte olacağımız “meşkûktür.”

Önce Agada ile, marul, haroset, ‘ahaluyu’ derken, hafif hafif atıştırmaya başlarız. Okuyanın, hevesine heyecanına, bilgisine (bazen ukalalığına…) göre bu iş uzar. Çocuklar da yavaş yavaş uyuklamaya başlarlar. Agada biter ve hemen sonra sofra kurulur.

O andan itibaren, gerçekten ertesi günü çöllere açılacakmışız gibi hanımlarımızın hazırladığı yemekleri yemeye başlarız. Gerek misafir gerekse kendi eşlerimiz her biri ayrı bir maharetini sergilemek için hazırladığı çeşitleri sunmaya başlar; pırasa köftesi, ıspanaklı çörek, patlıcanlı, kabaklı çeşitler, ardından balık, ardından kuzu derken sonra tatlı meyve faslı başlar. Hiçbirimiz, hanımlarımızı kırmak istemediğinden, mutlaka bolca tadına bakarız. Ve tahmin edeceğiniz gibi, gecenin sonunda, her birimiz ya masada ya bir köşede ‘kavanoz balıkları gibi’ (bu deyim rahmetli Mahmut Baler’e aittir) ağzımızı sadece açıp kapatabilecek hale geliriz.

Amma velakin, bu yemek meselesi yeni değil. Atalarımız bunu 3331 sene evvel de yaşamışlardı. Dilerseniz, Mısır’dan çıktığımız anlara dönelim.

Bir gece evvelinden, “Acele ekmeklerinizi hazırlayın; hamurun da kabarmasını beklemeyin, iyice yoğurduktan sonra fırına atın ve pişer pişmez derhal torbalarınıza doldurun, vaktimiz yok” emri gelmişti.

Ancak uzun yolculuğa çıkarken de yanlarına, çok geniş sürüler halinde, küçük ve büyük baş hayvanları da almışlardı. Herhalde boy boy arabalara da, her türlü bakliyat ve kuru veya kurutulmuş yemişler de yüklemişlerdi. Bir anlamda gerekli tedbirler alınmış gibiydi.

Bulundukları şehirlerden çıkıp yavaş yavaş Kızıldeniz’e varıncaya kadar pek sorun yaşanmadı. Sahile varınca, arkadan gelen Mısır askerleri bir tehlike teşkil etmişse de, denizin yarılmasıyla açılan yoldan, kendi hesabıma göre, en az iki milyon kişi, tüm sürüleri ve yükleriyle karşı tarafa kısa zamanda geçtiler. Ve atalarımızın çöl serüveni ve gıda seçiciliği o zaman başladı.

Üç gün yürüdükten sonra, su sıkıntısı yaşandı. Ama bulundukları mevkideki suyun tadı hoşlarına gitmedi. Anında Musa’ya hafiften protesto gösterileri başladı: “Ne içeceğiz?” Musa da protestoları Tanrı’ya iletince, Tanrı Musa’ya bir ağaç gösterdi. Musa da oradan birkaç parça keserek suyun içine attı ve su içilir hale geldi…

Mesele o anlık çözülmüştü. Ancak kesin çare, rotayı değiştirip başka bir yöreye gelince bulundu. Orada 12 ayrı tatlı su kaynağından ayrı olarak geniş ve palmiyelerle dolu bir alan vardı. Orada kamp kurdular.

Bir süre sonra ekmekler bitmişti. Millet, kırmızı et yemekten de bıkmış olacak ki yine Musa ve kardeşi Aron’a şikâyetler yağmaya başladı… “Ekmek isteriz, beyaz et isteriz…” Musa çaresiz, yeniden Tanrı’ya döndü. Musa, Onunla görüştükten sonra, halka seslendi: “Merak etmeyin, size gökten hem ekmek hem de beyaz et yağacağına dair söz aldım.” Nitekim öyle oldu; gökten belirli aralarla hem bir nevi unlu mamul, hem de bıldırcınlar yağmaya başladı.

Yürüyüşe devam ettiler… Su sorunu bitmiyordu… Belli bir süre sonra yine Moşe ile tartışmalar başladı… Bu sefer bağırmalar çağırmalar başlamıştı. “Bize su verin… Bizi Mısır’dan çocuklarımızı ve sürülerimizi susuzluktan öldürmek için mi çıkardın?” Moşe’nin yine Tanrı’ya dönmekten başka çaresi yoktu… Onun talimatıyla asasını bir kaya parçasına vurdu ve mucize! Oradan su fışkırdı. Atalarımız o yörede su stoklarını tazelediler…

Çölde kırk yıl yaşadık. Birçok zorlukları yendik. Düşmanla savaştık. Birbirimize girdik. Bazı kabilelerimizi yitirdik. Ancak yemek ve menülerinin çeşitliği hususunda liderlerimize çektirdiğimiz sıkıntılar diğerlerinin yanında, çok hafif kalır. Düşünün, neredeyse Kenaan topraklarına girmek üzere iken bile, “pırasa, salatalık, soğan isteriz, balığa hasret kaldık…” talepleri şiddetle gündeme getiriliyordu.

Özetin özeti, sevgili annelerimiz ve eşlerimiz, tüm bu yaşananları bildiklerinden ve ez kaza bir nevi tenkite maruz kalmamak uğruna her birimizin zevkini ve talebini karşılamak için muazzam miktar ve çeşitte yemekle Seder sofralarını donatırlar… Biz de bunları tüketmek zorundayız.

3331 yıldır bunu yapıyoruz, galiba sonsuza kadar da Mısır’dan çıkışımızı hatırlayacağız…

Hag Sameah…

1 Önemli not: Bazı tarihçilere göre Kızıldeniz’i geçme tarihimiz Milat’tan önce 3 Nisan 1312’de vuku buldu. Yazımı niçin bu tarihe denk getirdiğimi de böylece izah etmiş oluyorum!!!         

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün