Yandık yanıyoruz

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
27 Kasım 2019 Çarşamba

19. yüzyılın ortalarından beri, iklimdeki doğal değişebilirliğe ek olarak, sanayinin gelişmesiyle birlikte ilk kez insan etkinliklerinin de iklimi etkilediği yeni bir döneme girildi. Sanayi Devrimiyle birlikte, özellikle fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, sanayi süreçlerinin etkisiyle atmosfere salınan sera gazlarının birikimlerindeki hızlı artışa bağlı olarak ve şehirleşmenin de katkısıyla doğal sera etkisinin  kuvvetlenmesi sonucunda, yeryüzünde ve atmosferin alt bölümlerinde (alt troposfer) görülmeye başlanan sıcaklık artışına ‘küresel ısınma’ adı veriliyor. İnsan aktiviteleri sonucu olarak 1750’li yıllardan itibaren karbondioksit, metan, diazot monoksit ve kloroflorokarbonların küresel atmosferik konsantrasyonunda belirgin bir artış gözleniyor.

İnsanı içinde bulunduğu çevreden, doğa şartlarından, doğal olaylardan ayrı bir varlık olarak düşünmek olanaksızdır. İçinde yaşanılan dünya insanı biçimlendirir, kültürünü, sanatını, alışkanlıklarını şekillendirir. İnsan; hayvanlar âlemiyle, bitkilerle beraber yaşar ve varlıkların en üstünü olarak yaratılmıştır çünkü insana verilen en büyük ödül; ‘aklı’dır. Ancak insanlık günümüzde akıldan çok tutkularının, hırslarının, her zaman ve daima kazanma tutkusunun esiri olmuş gibi görünüyor. Önümüzdeki yıllarda ve belki görüp göremeyeceğimizin belli olmadığını düşündüğüm gelecek yüzyılda insanlık tarihe bakarak ilerlemelidir. Çevre Tarihi, 1970’den yeni ve anlamlı bir çalışma alanı olarak insanlık tarihini doğal olaylar üzerinden incelemeyi hedeflemektedir. 4,6 milyar yaşındaki dünya tarihi defalarca yaşanan ekolojik felaketler, doğal kaynaklardaki değişimler, bozulmalarla doludur. Siyasal tarihi, halkların tarihini yönetici elitin elinden, dilinden öğrenmekle beraber; insanoğlunun yaşadığı depremler, salgın hastalıklar, kırımlar varlığını geleceğe taşımaya çalışan insanlığa yeni çözüm biçimleri sunacak, kendisiyle yüzleşecek, geleceği okuyabilecek gibi görünüyor. Bugün tarihi anlamanın yollarından biri araştırma yaptığınız dönemin yazılı kaynaklarını incelemek kadar dönemin edebiyatını, resmini, müziğini incelemekten de geçiyor mesela. Belki kurgusal yaratımlar olarak görülebilir ancak sanatçı döneminin ruhunu en iyi yansıtan ayna gibidir. İpuçlarıyla doludur sanat. Aynı şekilde Çevre Tarihi’de kocaman devlet kroniklerinin ötesinde sıradan insanların doğa ile birlikte nasıl yaşadıklarını anlama yoludur.

Küçük Buzul Çağı, çevre tarihi açısından günümüz iklim değişikliklerini de anlamak için iyi bir örneklem olarak ele alınabilir ki bu zaman aralığı 1300-1850 tarihleri arasında anlamlıdır. Bu zaman dilimine Küçük Buzul Çağı adı verilmesinin nedeni sıcaklıkların yaklaşık olarak 1-1,5 derece düşmesi, buna bağlı olarak da örtü ve dağ buzullarının yayılım alanlarının genişlemesi, hemen hemen dünyanın her bölgesinde çeşitli düzeylerde etkiye sahip iklimsel salınımların ani olarak meydana geldiği bir dönem olarak tanımlanmasıdır. Hem dünyanın genelinde ve hem de Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında yaşanan ağır iklim koşulları, toplumların bugününe ışık tutmak açısından bir model olabilir. Avrupa tarihi büyük kıtlıklarla beraber gelişen salgın hastalıkların, felaketlerin değişen iklim koşulları ve nedeniyle ortaya çıkan kırımların tarihidir.

Büyük Kıtlığın ortaya çıkış nedeni 1315’te görülen şiddetli yağışlardır ki uzun dönem görülen şiddetli yağışlar, ürünlerin olgunlaşmasını engellemiş, hasat çok düşmüş, hayvanlar besinsiz kalmış, bağışıklığı düşen hayvanlar ise sığır vebası gibi hastalıklara yakalanmıştı. Bitkiler ve hayvanlar eşzamanlı olarak yok olmuş, başta veba olmak üzere yaygınlaşan salgın hastalıklar Avrupa kıtasının neredeyse sonunu getirecek insan kıyımlarıyla yok olmasına kadar süregelmişti. 1300’lerde başlayan ve zor iklim koşulları altında gelişen olaylar 1750’lere kadar devam etmişti. Kurak geçen 1788 yazı, açlıktan ve feodal düzenin acımasız yaşam biçiminden kaynaklanan ağır insanlık buhranları; bu etkilere paralel olarak yaşanan toplumsal sorunlar 1789-1799 sürecinde Fransa’yı bir ihtilale kadar götürmüştü. Büyük kıtlığın ardından veba başta olmak üzere salgın hastalıkların ve diğer felaketlerin Avrupa’da yaratmış olduğu toplumsal algı insanların cadılıkla suçlanıp öldürülmesinin sebeplerinden biri haline gelmişti. Çünkü Ortaçağ Avrupa’sının düşünce yapısına göre bu tür felaketlerin üst üste gelmesi sadece insan günahlarıyla mümkündü. Günahkârlar ortadan kaldırılırsa sorunun çözüleceğine inanan kilise böyle düşünceleri o dönem bizzat teşvik etmişti.  Avrupa’da bu şekilde yakılarak cezalandırılan kadın sayısının elli bin civarında olduğu iddia edilmektedir. Özellikle 1550-1650 yılları arasındaki yüz yıllık zorlu dönem Avrupa’nın açlık, kıtlık, halk isyanları, enflasyon, yoksulluk, zorunlu toplu göçler ve savaş ile sarsıldığı bir çağdı. Michelet, ‘Büyücü’ adlı eserinde Avrupa’nın “yozlaşmış cadısının” ve “halk dinindeki Şeytan”ın, aslında mitolojik öykülerle beslenmiş Ortaçağ Avrupası serf kadınının ruhsal görünümünden başka bir şey olmadığını da söylemiştir. Aynı şekilde doğa sanatı da etkiler; çünkü aslında sanatçı eserlerinde doğayı yansıtır. Örneğin 1585-1634 yılları arasında yaşamış Hollandalı ressam Hendrick Avercamp’ın eserlerindeki başlıca tema donmuş kanallar ve nehirler üzerinde eğlenen insanlardır. Buna tüm Avrupa resim sanatından binlerce örnek gösterilebilir.

İnsanlık daima ders almalı, başa dönüp bakmalı ve ana temadan uzaklaşmamalı derim ve dilerim ama beni kim dinler? Ya da belki yoldan geçen kime sorsak doğayı acımasızca tükettiğimizi söyleyecektir. Çareler vardır, bilim tüm bu yolları bize gösteriyor ama görmek isteyene. Sözlerimi Boğaziçi Üniversitesi kurucu rektörü rahmetli Ordinaryüs Prof. Dr. Abdullah Kuran Hocamın bir dersimizde söyledikleriyle tamamlamak istiyorum. Kervansarayları anlatırken hocamıza bir arkadaşımız insanların Selçuklu döneminde bu dev taş binalarda nasıl ısındıklarını, temizlendiklerini, uyuduklarını sormuştu. O ise bize dönüp şöyle dedi; eski insanlar sizler gibi incecik naylon giysiler giymiyorlardı; kış arttıkça üst üste giyiniyor, havalar ısındıkça yavaş yavaş giysilerini azaltıyorlardı ve hepimiz kimya endüstrisine hizmet ediyoruz, her gün yıkanmak yoktu, zenginseler haftada bir belki de bazen ayda bir kez yıkanırlardı. Geçmişte kıkırdayarak hatta hafiften alaycı biçimde yaklaştığım bu bilgiyle baş başayım. Bugün bizlerden bunu yapmamız istenebilir ve daha kim bilir neleri değiştirmemiz gerekecek. Hem ülkemizin ve hem de dünyanın gelecekte durumu çok da parlak görünmüyor. Zaman daralıyor ve bir şeyler yapmak lazım…

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün