2019’a giderken

2018 yılında aralık ayının son haftasında yine ve yeniden tarihte gezintiye çıkmak ve sizleri de beraberimde gezindirmek istiyorum. Değişimlerin sancılı olduğu coğrafyamız da değişmeyen tek şey hep ‘değişim’ olmuştur.

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
26 Aralık 2018 Çarşamba

2018 yılında aralık ayının son haftasında yine ve yeniden tarihte gezintiye çıkmak ve sizleri de beraberimde gezindirmek istiyorum. Değişimlerin sancılı olduğu coğrafyamız da değişmeyen tek şey hep ‘değişim’ olmuştur. Değişmek, değişim, dönüşmek güzel olduğu kadar zordur da… İlber Ortaylı, ‘İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’ adlı eserinde İmparatorluk genç Cumhuriyete parlamento, parlamenter, siyasi parti ve basın gibi gelenekler ve kurumlar bağışlamıştı der. Cumhuriyet’in doktorları, avukatları, bilim adamları, tarihçileri, dilbilimcileri Osmanlı’nın aydın kadrolarından gelir. Değişim son yüzyılda hızlanarak, katlanarak gelmiştir.

Eric Jan Zürcher, ‘Milli Mücadelede İttihatçılık’ kitabında, Gülhane Hattı Hümayunu olarak bilinen Tanzimatı Hayriyye’nin Avrupa Devletleri’ni mutlu etmek adına yapıldığını ve batılı yöntem ve kurumların alınarak Osmanlı’nın idaresinin verimli hale getirilmek istendiğini söyler. II. Mahmut’la başlayan iktidarın merkezileşmesi, ordunun genişletilip modernleşmesi, bu yeni kurumların kadrolarının yaratılması, ulemanın bağımsız konumunu kaybetmesi, en önemli gelir kaynaklarını oluşturan vakıfların devlet kontrolü altına alınması yapılan ıslahatlardı. Tanzimat Dönemi devlet adamları, şeriatın dışında ve ona paralel kanunlar; mahkemeler getirdiler. Bu yeni değildi çünkü Osmanlı sultanları her zaman fermanla kanun koymuşlardı ama böylece ilk defa kamu hayatının belli alanları resmen şeriatın ve ulemanın yetki alanı dışında bırakılmış ve devletin laikleştirilmesi yolunda ilk adımlar atılmış oluyordu. Bu değişimler, idare, yargı ve eğitim sistemlerini kalıcı olarak dönüştürdü. Ama Lewis’e göre Yeniçeri Ocağının kaldırılması ve ayan ile ulemanın etkisinin azaltılması Osmanlı’yı hiçbir zaman olmadığı ölçüde otoriter ve monolitik yaptı. Bu yeni yapıda otorite Babıali bürokrasisi ve saray öne çıktı hatta 1839-71 arasında Babıali iktidarı öne çıktı. Genişleyen bürokrasinin önde gelenleri Batılı değerlerin hayranıydı, Tercüme Odalarında yetişmişler, bir Avrupa dilini özellikle Fransızcayı bilen, kendilerinden öncekileri yönlendiren geleneksel değerlerden kopmuş adamlardı. Osmanlı tarihinde görülmemiş ölçüde kitlelerden kopuktular, iyi bir şöhretleri yoktu.

Ama yukarıda saydığımız nitelikleriyle yeni tip devlet adamları birçok ciddi zorunluluğun sonucu oluşmuşlardı. Batıyla ancak savaş alanlarında karşılaşan Osmanlı, sivil halkından başka kimseyi korkutamaz olmuştu. III. Selim’den itibaren klasik yapısıyla yeni durumlara ve ihtiyaçlara cevap veremeyen idari yapının eğitim, hukuk, dini yapıların reformlara ihtiyacı olduğu ortaya çıktı. Yeni ticaret yollarıyla birbirine bağlanan dünya kıtaları, bozulan tımar sistemi buna bağlı olarak da bozulan mali ve askeri düzenin aksayışı bozdu. 17. yüzyıldan itibaren bilginin kudret olduğu, skolastizmin tersine gözlem ve deneyi kullanarak tabiatın kurallarını keşfe çıkan, yeni tekniklerle, yeni deniz yollarıyla dünyanın bilgi ve servetini kendi ülkelerine taşıyan Avrupa; Osmanlı’yı çoktan yenmişti. Sömürüye dayanan bu düzen, kendini yeniden üreterek, ürettiğini satacak yeni pazarlar arama telaşına düşmüştü. Batıdaki gelişmelerin etkisiyle devlet o güne kadar karşılaşmadığı problemlerle karşılaşmış yeni çözümler üretmek zorunda kalmıştı.

Reformasyon döneminin padişahları Mahmud’un oğulları Abdülmecit ve Abdülaziz’di. Reformlar ve merkezileşme onların dönemlerinde de son hızla devam etti. Ali, Fuat ve Mithat Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa gibi önce ilmiye sınıfına mensup olan sonra ise hızla Kalemiye’ye yükselen devlet adamları reformların mimarları oldular. Mustafa Reşit Paşa tarafından başlatılan ve yukarıda saydığım halefleri tarafından sürdürülen siyasi gücün saraydan Babıali’ye geçmesi yani Berkes’e göre hükümdarın mutlak egemenliği altında merkeziyetçi bir bürokrasi monarşisi zamanın padişahlarını çok memnun etmedi.

 II. Mahmut’la başlayan merkezileşme ve batılılaşma projesinin başarısı toplumsal yapı, kurum ve değerlerin değişmesiyle mümkün olabilirdi. Toplum kendisini dönüştürecek iç dinamiklere sahip olamadığı için devlet bu süreci tek başına belirlemek ve yönlendirmek zorunda kalmış, bu durum, doğal olarak devlet idaresiyle içiçe geçmiş ve neredeyse devletin kimliğini oluşturan dini yapıların, değerlerin, sembollerin, kuralların ve aktörlerin de değişmesine yol açmıştır.

En önemli aktör ise ulemaydı, II. Mahmut’la başlayan ulemanın bürokratlaştırılması, İslam’ın devletin bir dairesi olması; 1924’te medreselerin kapatılmasıyla sonlanacaktı. Laikliğin genellikle kabul edilen anlamı dini kurum ile devletin birbirinden ayrılmasıyken bu 1923’ten sonra dini hayatın bürokratlarca kontrolü anlamına geldi.

Osmanlı bürokratları modernleşme kavramlarını Avrupa’nın toplumsal ilerleme paradigması içinde aradı. Avrupalı devletler arası sistemiyle bütünleşme arzusu ve kapitalist ekonomiyle daha fazla bütünleşme modelin dışına çıkmayı imkânsızlaştırdı. Ama, bu modelde yüzünü batıya dönmüş gerçekçi hükümdarlar ve idareciler reform politikalarını özgür bir şekilde yerine getirmekte çok zorlandılar. Başta da dediğim gibi değişim hiç kolay olmayacaktır ama sonunda olur. Gelecek yılın tüm ülkemize ve dünyamıza en sağlıklı, en neşeli ve en bolluk bereket içinde değişimleri getirmesi en büyük arzumdur.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün