11 Kasım 1918 - Barış mı, ateşkes mi?

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
14 Kasım 2018 Çarşamba

Geçtiğimiz pazar I. Dünya Savaşı’nın bitişinin 100. yıl anma törenleri vardı Paris’te. Cumhurbaşkanı Macron’un ev sahipliğinde 70 devlet başkanı veya başbakanının katılımı ile gerçekleşen tören, gerçi Türkiye’de kamuoyunun çok ilgisini çekmedi.

Oysa savaş başlangıcından sonuna dek Osmanlı Devletini yakından ilgilendiriyordu. Oysa bu savaşın sonunda, Paris Barış Görüşmeleri kapsamında imza altına alınan Sevr Anlaşması ile kocaman bir geçmişe sahip Osmanlı’nın kapısına kilit vuruluyordu. Oysa Sevr Anlaşmasının hükümlerine karşı çıkan Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlayacak Kurtuluş Savaşının pimi, o zamanlarda çekiliyordu, adeta…

At üzerinde, ellerde kılıçlarla başlayan ilk topyekûn savaş, kimyasal ve biyolojik silahların, makineli tüfeklerin geliştirilmesi, uçakların askeri alanda kullanımı, kilometreler boyunca kazılan siperlerde göğüs göğse girişilen mücadelelerle son bulmuştu… Sonunda 20 milyon insan yitip gitmişti bu dünyadan… Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun siyasi haritası tamamen değişmiş, yeni bir dünya düzeni kurmak için yapılan 1919 Paris Görüşmelerinde varılan prematüre sonuçlar, yaşlı kıtadaki huzursuzluğu yatıştırmak bir yana, zamanın yeni bir savaşa doğru akmasını durduramamıştı.

Savaş sonunda, imparatorluklar dağılmış, bunların içinde yalnızca Büyük Britanya varlığını korumuştu. 11 Kasım’da, düdük çalmış, çılgın savaş sona ermişti. Ya da herkes öyle sanmıştı.

II. Wilhelm Almanya’dan kaçmış, Prusya temelli Alman İmparatorluğu yerini bir o yana bir bu yana savrulan Weimar Cumhuriyetine bırakmıştı. Alman halkı, ordularının Paris’e girmesinin an meselesi olduğunu sandığı bir anda, yenilmiş olduğunu idrak etmişti. Bu kolay yutulur bir acı değildi, şüphesiz…

Avusturya – Macaristan’dan geriye çok parçalı bir siyasi coğrafya kalmıştı. Artık imparatorluktan eser yoktu; savaş öncesi sınırları içinde kendine yer bulmuş birçok halk, Paris’teki görüşmelerde ‘savaşın galiplerinin’ kapılarını tırmalar olmuştu. Benzer şekilde Osmanlı Devleti de ardında güçlü bir girdap bırakarak batmıştı tarihin derinliklerine… Balkanlar’da kurulan irili ufaklı birçok devlet geleceklerini garanti altına almak, hanelerine artılar yazmak için uğraşır olmuşlardı.

Ortadoğu’da durum daha mı değişiktir? Alman – Osmanlı paktına karşın Britanya – Fransız paktı burada da galip çıkar. Arapça konuşan İslam toplumlarının coğrafyasında, 1915 Sykes Picot Görüşmeleri çerçevesinde Londra ve Paris hükümetleri arasında varılan gizli anlaşma, 1920 San Remo Konferansı sonucu oluşan manda idarelerini doğuracaktır.

İngiliz kontrolündeki Filistin mandasında görülen Arap – Yahudi çatışmalarını da kayıt altına almak gerekir. Yahudi toplumunu temsilen, daha sonra İsrail’in ilk cumhurbaşkanı olacak Hayim Weizmann’ın, Arap toplumunu temsilen de, daha sonra Irak Kralı ilan edilecek Faysal’ın, Paris görüşmelerine katıldıklarını not edelim.

Ve savaşın bitişinin yüzüncü yılında, olayların akışına damga vuran Çanakkale savunması var. Mustafa Kemal Paşa ve komutasındaki ordunun olağanüstü kahramanlıkları tarihin önemli sayfalarından birini oluşturur. Londra’da hükümetin düşmesine neden olan Çanakkale zaferi, aynı zamanda, Rusya’da Çarlık yönetiminin çökmesinde de etkin bir rol oynamıştır, şüphesiz.

Lenin ve arkadaşlarının II. Nikola’yı devirmeleri ve Bolşevik bir idare kurarak, işçi – köylü – emekçi sınıfın egemen olduğu bir yapı oluşturmaları, Avrupa’nın batısında dehşetle takip edilen bir gelişmedir. Sovyet yönetiminin tek yanlı ateşkes talebi sonrasında, ABD’nin müttefikleri desteklemek üzere savaşa katılması ile varılan nokta, Almanya’nın erimesine neden olan yolu açar.

Savaşın bir de ‘yenik galibi’ vardır. Yaşananların en bedbaht kazananı İtalya olmuştur. Gerçi Avusturya – Macaristan’a bağlı birçok İtalyanca konuşan bölgeyi alıp krallık sınırları içine katmıştır ancak, ne Britanya ne de Fransa kadar etkin bir varlık göstermiştir. Hiç kuşku yoktur ki Mussolini, Faşist Partinin temellerini böylesi bir diplomatik hezimetin üzerine kuracaktır.

Woodrow Wilson ve ABD’ye gelince... Günümüzde de geçerli olan ‘halkların kendi geleceklerini kendilerinin belirleme hakkı’ ilk kez, savaş sonrasında Wilson tarafından dile getirilmiş, barış konferansında takınılan yaklaşım, konu ve taleplerin ele alınışı bu çıkış noktasından çokça etkilenmiştir. Sonra da Washington kabuğuna çekilmiş, dünyanın diğer köşelerindeki olaylarda taraf olmamaya özen göstermiştir. Pearl Harbor’a baskınına dek…

Peki ya sonuç? Avrupa için yıkım ifade eden I. Dünya Savaşı sonrası barış gerçekten tesis edilmiş midir? Sorununun cevabı elbette ki kocaman bir hayırdır.

1929 Ekonomik Bunalımı eşiğinde, süresince ve sonrasında, batı burjuvazisi Bolşevik Devrimin kendi ülkesine ihraç edileceğinden korkacak, Hitler Almanya’da bununla (da) büyüyecek, Londra’da Chamberlain, Paris’te Daladier, dehşet içinde, Hitler’in güç kazanmasına ses çıkarmayacaklar. Almanya’yı kendileri ve Sovyetler arasında bir tampon olarak görmek isteyeceklerdir, çaresizce!

I. Savaş sonrasında, barışın geldiği tek yer Anadolu’dur. Kurtuluş Savaşının sonu ile ‘yurtta sulh cihanda sulh’ yeni kurulan cumhuriyetin dış politikası olacaktır. Peki ya Avrupa? Avrupa’nın ateşkesten gerçek barışa geçmesi için ikinci bir savaşa girmesi gerekecektir.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün