Taklit edersek gerçek olur muyuz?

Dr. Elif ULUĞ Köşe Yazısı
14 Kasım 2018 Çarşamba

19. yüzyıl Osmanlı toplumunu anlayabilmek için, öncelikle Osmanlı aydınlarının, seçkinlerinin ve devlet adamlarının 18. yüzyılın başlangıcından itibaren, ‘batılılaşma ve o nedenle modernleşme’ projesine neden yöneldiklerini anlamamız gerekir. Şükrü Hanioğlu’nun Osmanlı İmparatorluğu’nun Kısa Tarihi adlı kitabında batılılaşmanın, yani Avrupa’yı taklit etmenin, kendi başına bir amaç olmadığını ama Osmanlı hükümetinin ve toplumunun iyileşmesinde ve modernleşmesinde bir araç olduğunu yazar. Tüm kurumlar, örneğin askeriye, okullar, yasalar ve devlet yapısı, kaçınılmaz olarak laik ve pozitivist olmuşlardır. Diğer taraftan, Osmanlı yaşamında kadercilikle bezenmiş günlük rutini, reformist ve aydın Tanzimatçılar için bir çatışma ve yeniden düzenleme alanı teşkil ediyor olmalıydı. Kadercilik yerine kendi kaderini belirleme, modern devletlerin hammaddesiydi ve yüzünü batıya dönmek şart görünüyordu. İslam’ın yapısı ve kavramları yüzünden, dini kurumlar, Osmanlı Devleti tarafından batı dünyasından tamamen farklı şekilde düzenlenmişti.

Felaket sonuçları olan Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan sonra Osmanlı söylemi bilim, teknoloji ve askeri organizasyondaki yenilikle temsil edilen batının üstünlüğünü kabul etti. Osmanlı reformizmi en radikal adımını Tanzimat ile attı. Ve aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici sınıfı bir dizi çok karmaşık zorlukla yüzleşmekte idi: Milliyetçi kalkışmalar, ekonomik geri kalmışlık, hem iç hem de dış özgüvende hızlı bir yıpranma ileri boyuttaydı.

19. yüzyılın başında, Osmanlı toplumu belki de dünyadaki en kozmopolit devletti. Toplumun geneli, dini hatlar etrafında geleneksel olarak örgütlenmiş, Müslüman ve gayrimüslim olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir cemiyetinde modern anlamda milliyetçilik üretecek etnik bir bilinç yoktu. Dini düzen, 19. yüzyıl boyunca, yavaş yavaş çöktü ve milliyetçi liderler ait oldukları dini cemaatlerden kopmaya başladılar. Örgütlü haydutluk, tımar sisteminin yozlaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bu aynı zamanda, gerektiğinde geçici olarak askere alınan ırgatların serbest kalmasıyla da sonuçlandı. Siyasal ve toplumsal ayaklanmalarda, bu leventler halkı korkutarak haydutluğa soyundular.

Gayrimüslimler güç ve nüfuz kazandı. Müslüman yönetici sınıf ile gayrimüslim reaya arasındaki ayrım anlamsızlaştı ve sosyal yapı önemini yitirdi. Bu sefer de gayrimüslim cemaatlerdeki milliyetçilik yanlısı fikirler bu cemaatlerin idaresini daha da zorlaştırdı.

1839-1876 döneminde, Osmanlı reformunun şaibeli mirasıyla karşı karşıya kalındı. Modernleşme zorluğu, gelenekleri korumaya yönelik muhafazakârlık dürtüsüyle birleşince, Tanzimat’ın dokunduğu her yerde gergin bir düalizm yarattı. Osmanlı kimlik ideali, cemaatlerin artan özerkliğiyle çatıştı. Diğer taraftan, bürokratik merkezileşme de siyasal bölünme ile çelişki içindeydi. Yeni, eskinin yerini dolduramıyordu çünkü Tanzimat kültürü topluma derinlemesine nüfuz edememekteydi. Özellikle seçkinler ve kitle kültürü arasındaki uçurum çok genişledi ve karşılıklı yabancılaşma ile sonuçlandı. Tanzimat’ın etkisi en çok şehirlerde görüldü. Hem maddi kültür hem de davranışlar değişti. Bu dönem, rasyonel fikirlerin hızlıca girişini ve üstü örtülü dini uygulamaların terkedileceğini varsaymıştı. Ancak Tanzimat devlet adamları, Osmanlıcı yönelimlerin en büyük rakibinin artık dini kimlikler değil, milli kimlikler olduğunu görememişti.

Tanzimat reformları ortak bir ideoloji etrafında daha kenetlenmiş bir toplum ve evrensel yasaları olan daha merkezi bir politika yaratmak üzere tasarlanmıştı. Ancak bunun Osmanlı devletinde ve toplumunda var olan bölünmüşlüğü daha da derinleştirmek gibi bir etkisi oldu. Pek çok dini ve etnik kimliği birleştirme çabası, onların merkezi politikalara başkaldırmasına, farklılıklarının bilincine daha fazla varmalarına ve ayrı kimliklerini güçlendirmeye yaradı. Tanzimat dönemi, reformcu devlet adamlarının gelecek vizyonlarını yansıtıyordu. Pek çok alanda, yeni yasalar kâğıt üzerinde kaldı ve eski uygulamalar devam etti. Ancak yeni düşünce tarzının kodlanması artık görmezden gelinemeyecekti. Maddi kültür de davranışlarla beraber değişti. Oturma ve yemek odalarında, örneğin, iskemleler minderlerin yerini aldı. Kanepeler divanların yerine kondu ve masalar yemek için yere serilen sofra bezi ile yer değiştirdi. Şehirli orta ve üst sınıf insanlar arasında geniş kanepeler, masalar, iskemleler, büyük aynalar, Avrupa tarzı servisler moda oldu. Oldu da ne oldu?? Günümüzün dünyasını da şekillendiren bütün bu maddi değişiklikler aynı biçimde zihinlerimiz de etkiledi mi? Hiç sanmıyorum; çünkü evet Avrupai masalarda ve masa düzenlerinde yemek yesek de hala en eğitimli, en çağdaş, en şık, en, en, en masalarda bile kadınlarımız masanın bir köşesinde; erkekler ise öte yanında… Haremlik; Selamlık kafalarımız en en en içinde bir yerlerde…

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün