19. yüzyılın sonlarında, İstanbul’un kalbi henüz elektrikle değil, atların soluğuyla atarken…
Şişhane Yokuşunu tırmanıp Taksim’e varmadan hemen önce, şehrin hızını kesen bir eşik vardı… Fransa Başkonsolosluğu ile Taksim Maksemi arasına sıkışmış, kapısı hiçbir zaman tam kapanmayan bir ahır. 1872’de hizmete giren Şişhane–Kurtuluş atlı tramvay hattının en işlek durağıydı burası.
Hava burada ağırlaşırdı.
Islak toprak, hayvan teri, demir ve sabırsızlık kokardı.
Çünkü o yokuş atları keserdi.
Nefeslerini, dizlerini, sabırlarını…
Yük dolu tramvaylar eğimde durur, atlar çözülür, terli gövdeler serinliğe bırakılırdı. Kimi dinlenirdi, kimi değiştirilirdi, kimi su içmeden bir adım daha atamazdı. Burası bir varış noktası değildi; kimsenin kalmak istemediği ama herkesin mecbur olduğu bir duraktı. Şehrin tam ortasında kurulmuş sessiz bir değişim istasyonu.
Giren belliydi.
Çıkan meçhuldü…
Atlar vardı. Arabalar vardı.
Sürücüler, hamallar, acele edenler, yetişemeyenler…
Kimi atını bağlar, “bir dakika” derdi.
O bir dakika bazen saat olurdu.
Çünkü bu yokuş acele tanımazdı.
İçerisi gürültülüydü ama kimse neyin düzen, neyin karmaşa olduğunu sorgulamazdı. Çünkü herkes şunu bilirdi:
Burası sıradan bir ahır değildi.
Burası, adı bir deyime dönüşecek kadar karmaşık, yükü tek bir adamın sırtına bırakılmış bir yerdi.
Burası Dingo’nun ahırıydı…
Top of Form
Bottom of Form
Peki kimdi bu Dingo??
Dingo, Rum bir emekçiydi.
Yetkisi yoktu; çünkü kimse ona yetki vermeye tenezzül etmedi. Ama ahırdaki her pislik, her karmaşa, her aksaklık onun sırtına yıkıldı. Düzeni kurması beklendi, karar vermesi yasaktı. Garibandı… Ayyaştı denirdi; çünkü başkasının yükünü taşırken kendine tutunacak bir şey arardı. Kasımpaşa’da, rutubeti ciğerine işleyen tek göz bir odada yaşardı. Yaşamak denirse… Çoğu zaman ahırdan çıkıp oraya dönecek hali bile olmazdı. Şehir onu ne adıyla çağırdı ne halini sordu. İş yürürken görünmezdi, işler karıştığında hedef olurdu. Yetkisizdi ama herkesin sorumluluğu ondaydı. Ve sonra bu düzeni kuran adamın adı, düzensizliğin adı oldu…
Dingo genelde kapının yanında dururdu. Hep oradaymış gibi… Sanki ahır ondan sonra kurulmamış, onun etrafında şekillenmişti. Ne üniforması vardı ne de elinde bir anahtar. Ama herkes içeri girmeden önce ona bakardı. Sormak için değil; bakmak için. Çünkü bakmadan girilmezdi.
Yüzü yorgundu. Uykuyla geçmeyen bir yorgunluktu bu.
Gözleri yarı kısıktı ama her şeyi görürdü:
Hangi at yeni gelmişti, hangisi birazdan çökecekti, hangi sürücü sabırsızdı, hangisi işini savsaklıyordu… Kimse ona rapor vermezdi. Zaten rapor tutulmazdı. Ama düzen, bir şekilde, ayakta dururdu.
“Bir dakika,” derlerdi.
Dingo çoğu zaman başını bile kaldırmazdı. Çünkü o ahırda “bir dakika” diye bir şey yoktu. Vardı ama saatle ölçülmezdi. Atın nefesiyle ölçülürdü. Terin soğumasıyla. Dizlerin titremesiyle.
Bu yerin sahibi yoktu.
Ama bir sorumlusu vardı.
Yetkisi yoktu Dingo’nun.
Ama sorumluluk hep ondaydı.
Bazen bağırırlardı ona. “Baksana buraya!”
Bazen söylenirlerdi: “Ne biçim ahır burası!”
Sanki o ahırı Dingo kurmuş gibi…
Sanki o yokuşu o icat etmiş gibi…
Dingo çoğu zaman cevap vermezdi. Çünkü cevap verdiğinde, iş zaten bitmiş olurdu.
O ahır, şehrin vicdanının askıya alındığı bir yerdi. Herkes aceleydi. Herkes haklıydı. Herkes yorgundu. Ama düzeni sağlamak kimsenin işi değildi. O iş, yetkisiz bir adamın sırtına bırakılmıştı.
Kimdi Dingo?
Nereden gelmişti?
Adı gerçekten Dingo muydu, o da bir ana kuzusu muydu?
Kimse sormazdı, umurunda da değildi... Çünkü soru sormak sorumluluk getirirdi. Şehir sorumluluğu sevmezdi. Yükü sevmezdi. Yükü birine bırakmayı severdi.
Zamanla kimse “ahır” dememeye başladı.
“Dingo’nun ahırı” deniyordu.
Önce şaka gibi.
Sonra kolaylık olsun diye.
En sonunda düşünmeden…
Bir düzen bozulduğunda, biri atını yanlış yere bağladığında, arabalar birbirine dolandığında, biri sinirle söylenirdi:
“Burası da Dingo’nun ahırı gibi oldu.”
Dingo bunu duyar mıydı?
Muhtemelen.
Ama bir şey demezdi.
Çünkü Dingo, adının bir duruma dönüştüğünü fark edecek vakti olmayan insanlardandı. Onun işi, bir lafın neye dönüştüğüyle değil, bir atın ayakta kalıp kalamayacağıyla ilgiliydi.
Ve şehir değişti.
1914’te, elektrikli tramvaylar devreye girdi. Atlar sahneden çekildi. Ahır işlevini yitirdi.
Ahır kapandı.
Yerine tramvay bakım atölyesi kuruldu.
Sonra o da kapandı.
Dingo gitti.
Nereye gittiğini kimse merak etmedi.
Rivayete göre İzmir’e gitti.
Kesin değil…
Ama zaten onun hayatında kesin olan pek az şey vardı.
Şehir, işini bitirenleri arşivlemez… Onları sessizce siler.
Ama bir şeyi sildiğini sanırken, aslında başka bir yere taşır.
Dingo gitti, adı kaldı..
Bugün hala bir yer karışıksa, gireni çıkanı belli değilse, herkes sorumluluğu başkasına bırakmışsa, biri mutlaka gülerek söyler:
“Burası Dingo’nun ahırı gibi.”
Gülüyoruz… Çünkü kolay.
Ama belki bir an durup şunu sormak gerekir:
O ahır neden vardı?.. Dingo neden oradaydı?
Ve biz bu lafı her ettiğimizde, aslında kimi hafifletiyor,
kimi taşımaya devam ediyoruz?
Belki de asıl karmaşa ahırda değildi. Belki asıl düzensizlik, sorumluluğu verip yetkiyi esirgediğimiz yerlerdeydi.
Ve belki de Dingo’nun ahırı hiç kapanmadı.
Sadece adı değişti, mekanı değişti ama düzeni başkasına yıkma alışkanlığı hiç değişmedi.
Bugün, Dingo’nun ahırının olduğu yerde başka yapılar yükseliyor.
Ama sorumluluk hala sahipsiz…
Yetki hala başkasının elinde..
Ve yük hala bir Dingo’nun sırtında…