Azınlıkların toplumların ne oranda bir parçası olup olmadığı veya olması gerektiği tarih boyunca tartışılan bir konu olmuştur. Bu soru bulunduğumuz topraklarda da çok tartışılmış olup farklı kesimler farklı yargılara ulaşmışlar. Örneğin bir anket yapılsa ve ülkenin farklı bölgelerinde farklı kesimden kimselere sorulsa, cevap nasıl olur? “Tam manasıyla eşittirler” şeklinde mi, “Eşittirler, ama o kadar da değil” veya “Neden eşit olsunlar ki” şeklinde mi? Çoğunluk olarak adlandırabileceğimiz kesimin nezdinde azınlıklar nerede ve nasıl konumlandırılmaktalar, tehdit olarak mı, misafir mi, yoksa eşit vatandaş mı? Peki, daha geriye gidersek bu konumlandırma geçmişte nasıldı? Azınlık dediklerimiz bu topraklarda bugün ve öncesinde toplumun neresindeydi, dairenin içinde mi, çeperinde mi, yoksa hepten dışında mı?
Konuyla ilgili bir başka soru da hukuken diğer vatandaşlarla aynı haklara sahip olan azınlık vatandaşların kendilerini nasıl hissettikleri olabilir. Bu toplumun tam anlamıyla bir parçası, bir ögesi olarak mı? Devlete aidiyet hisleri nasıldır? Cevaplar aramadan önce yazı dizisinin bu ilk bölümünde bu soruları bir kenara koyup tarihsel süreçte azınlıkların durumuna Osmanlı Devleti’nin imparatorluğa dönüşmesini milat kabul ederek başlayalım.
Öncelikle Osmanlı tarihinden bahsederken azınlık kelimesinin kullanılmasının hata olduğunu belirtmeliyim. Azınlık kavramı sayısal bir nitelik olup modern ulus-devlet mantığı için geçerlidir. Osmanlı’da sayısal büyüklükten gelen bir çoğunluk-azınlık tanımlaması söz konusu değildi ve padişaha bağlı herkes için ‘tebaa’ kavramı vardı. Tebaa da kendi içinde hukuki-dini açıdan Müslümanlar ve gayrimüslimler olarak ikiye ayrılmaktaydı. Osmanlı özellikle Fatih’in İstanbul’u fethiyle başlayan süreçte, öncesinden çok daha fazla gayrimüslim tebaaya sahip olmuş (15. yüzyılda gayrimüslimlerin toplam nüfusa oranının yüzde 40 civarında, Balkanlar ise bu oranın yüzde 80’lerde olduğu düşünülür) ve idari düzenlemelerde ‘millet sistemi’ni uygulamıştır. Millet sistemi inanç temellidir ve bu esasa dayalı bir ayırım ile Rum milleti, Ermeni milleti, Yahudi milleti gibi milletler Müslüman tebaadan farklı hak, yükümlülüklere sahipti.

Fatih Sultan (II.) Mehmed'i, fetih sonrası ilk Rum Ortodoks Patriği II. Gennaidos'a yetki belgesini verirken tasvir eden bir mozaik (Wikimedia Commons)
Bu aşamada çoğumuzun aklına farklı sınıfların mevcudiyeti gelir. Hatta zihnimizde ‘üstün sınıf’ – ‘aşağı sınıf’ veya ‘1.sınıf’ – ‘2.sınıf’ tanımlamaları belirebilir. Böylesi yaklaşımlar öncelikle hatalıdır, daha doğru bir söylemle anakronistiktir. (Anakronizm: farklı zaman dilimlerine ait insanların, olayların, nesnelerin, dil terimlerinin ve geleneklerin yan yana getirilmesi gibi, bir düzenlemedeki kronolojik tutarsızlık). Çünkü bu kavramlar insanlık tarihine modernite ve ulus-devletlerin doğuşuyla yani yüzyıllar sonrasında girmiştir.
Millet sistemini doğru kavrayabilmemiz için demokrasi, yurttaşlık, eşitlik, doğuştan gelen evrensel haklar gibi Aydınlanma sonrası Modern Çağ’ın getirdiği kavramlardan bir süreliğine uzaklaşmamız gerekir. Müslümanlar ve diğer milletten olanlar için hak ve yükümlülüklerdeki farklılaşma da şöyle özetlenebilir.
Müslüman tebaa için haklar;
Yükümlülükler;
Gayrimüslim tebaa için haklar;
Yükümlülükler;
Kısıtlamalar;
Gayrimüslim milletlere ait tebaa evlilik, boşanma, din işleri gibi konularda kendi dini hukuklarına, devlet ile veya Müslümanlarla ilgili konularda şer’i hukuka tabi idiler. Bu bakımdan iç işlerinde özerk denmesi kısmen doğrudur. Fakat yasama yetkisi ve askeri gücü olmayıp, liderlerinin devlet tarafından atanması ve gerektiğinde değiştirilmesiyle günümüzün federal bir yapısına hiç benzemez.
Bazılarımız da millet sisteminin lisede öğrendiğimiz ‘Kast sistemi’ni çağrıştırdığını söyleyebilir. Gerçekten de bu sistemde gayrimüslim bir kimse için dinini değiştirmediği sürece devletin üst düzeyinde çalışması veya asker olması söz konusu olamaz. Bununla birlikte millet sistemi üstünlük bazında bir ayırım olmaması yönüyle kutsallaştırılmış eşitsizlik temelli Kast sisteminden ciddi anlamda ayrışır. Millet sisteminde gayrimüslimler ‘korunan’ ve ‘aşağı’ değil, ‘farklı’ bir tebaa olarak görülürken, Kast sisteminde ise alt kastlar ‘kirli’ ve ‘dokunulmaz’dır.
Vardığımız aşamada Osmanlı’daki millet sisteminin bugünün anlayışıyla çok kültürlülüğün karşılığı olup olmadığı zihnimizi kurcalayabilir. Gerçekten de millet sistemi tek dini kimliği dayatmamış, asimilasyona gitmemiştir ve bu yönüyle modern anlamda çok kültürlülük ile kısmi bir benzerlik vardır. Fakat bireysel eşitlik ve yurttaşlık kavramlarını içermemesiyle ayrışır. Bu nedenle millet sisteminin günümüzle bağlantılı belki de en doğru tanımlaması ‘modernite öncesi bir çoğulculuk modeli’ olacaktır.
Sevgiyle kalın…