7 Ekim saldırısının ardından ABD–İsrail ilişkisindeki kırılganlık açığa çıktı. Biden yönetimi, İsrail´e verdiği destek nedeniyle sivillere yönelik kayıpları sertçe kınamaktan ve askerî yardımı baskı aracı olarak kullanmaktan kaçındı; bu da Netanyahu´nun sınırları zorlamasına yol açtı. Gazze´de ateşkes çabaları sınırlı kaldı ancak savaşın bölgesel olarak genişlemesi engellendi. Trump yönetimi ise İsrail´e çok daha geniş bir hareket alanı tanıdı; Gazze ablukası, bölgesel operasyonlar ve İran´la çatışmada sessiz veya onaylayıcı kaldı. Ancak Katar´daki suikast girişimi sonrası çatışmayı sonlandırmak için Netanyahu´ya güçlü baskı uyguladı. •Andrew P. Miller - Foreign Affairs – www.fikirturu.com
Lübnan kaynaklı El Ahbar gazetesi, Suriye hükümetinin, ülkedeki Yahudi mirasını korumakla ilgilenen bir kuruluşa lisans verdiğini duyurdu. Kuruluşun kurucularından birinin aktardığına göre, bu kuruluş önceki rejim tarafından el konulan Yahudi topluluğuna ait mülkleri restore etmek için çalışacak. Fransız Haber Ajansı’na konu ile ilgili açıklama yapan Sosyal İşler ve Çalışma Bakanı Hind Kabawat, "Suriye Yahudi Mirası Örgütü'nün kurulduğunu" duyurarak, bu girişimin "Suriye devletinin bir din ile diğerini ayırt etmediğine dair güçlü bir mesaj" olduğunu belirtti. Kabawat, "Suriye, yeni devletimizi kurmak isteyen tüm Suriyelilere, kadınlara, erkeklere, tüm din ve mezheplere yardım ediyor" diye konuştu.

Tarihsel olarak ABD ile İsrail arasındaki ilişki güçlü olmakla birlikte ABD’nin desteği Bill Clinton yönetimi dönemine kadar açık çek anlamına gelmiyordu. Bu noktadan itibaren iki ülke arasındaki ilişki, benzersiz hale geldi. Washington, İsrailli liderlerin kararlarına ve onların iç siyasi ihtiyaçlarına da aşırı saygı gösteriyor. ABD, koşulsuz olarak büyük miktarda askeri yardım sağlamakta ve uluslararası kuruluşlarda İsrail’in pozisyonunu, özellikle de İsrail’in itiraz ettiği BM Güvenlik Konseyi kararlarını veto ederek destekliyor.
Koşulsuz destek, her iki ülke için de kaçınılmaz olarak ahlaki tehlikeye yol açtı. İsrail’in Amerikan endişelerini ve çıkarlarını gözetmesi için hiçbir neden yok zira aksi tavrın maliyeti yok. İsrail, ABD çıkarlarıyla ve kendi uzun vadeli menfaatleriyle uyuşmayan, en fazlasını talep eden ve uzlaşmaz tutumlar benimsiyor. Ortak düşmanlara karşı ağır askerî darbeler vuruyor ve Amerikan desteği, İsrail’e saldırıları caydırıyor. Fakat İsrail bölgesel üstünlüğü ele geçirdiği için, bu koşulsuz destek düşüncesiz ve gereksiz hamleler için teşvik sağlıyor. İsrail, ABD desteğinin her koşulda süreceğinden emin bir şekilde hareket ediyor. Ayrıca bu desteğin kesintisiz olması, ABD’yi İsrail’in eylemlerine ortak kılıyor ve ABD güçlerine karşı misillemelere yol açıyor. İsrail ise, aldığı kapsamlı yardım sebebiyle Amerikan kamuoyunun artan sorgulamalarına karşı tepkisel davranıyor.
…
7 Ekim saldırısının ardından ABD–İsrail ilişkisindeki kırılganlık açığa çıktı. Biden yönetimi, İsrail’e verdiği destek nedeniyle sivillere yönelik kayıpları sertçe kınamaktan ve askerî yardımı baskı aracı olarak kullanmaktan kaçındı; bu da Netanyahu’nun sınırları zorlamasına yol açtı. Gazze’de ateşkes çabaları sınırlı kaldı ancak savaşın bölgesel olarak genişlemesi engellendi.
Trump yönetimi ise İsrail’e çok daha geniş bir hareket alanı tanıdı; Gazze ablukası, bölgesel operasyonlar ve İran’la çatışmada sessiz veya onaylayıcı kaldı. Ancak Katar’daki suikast girişimi sonrası çatışmayı sonlandırmak için Netanyahu’ya güçlü baskı uyguladı.
Tamamı : https://fikirturu.com/jeo-politika/abd-israil-iliskilerinde-istisna-donemi/
“Amerika merkezi yönetimin güçlü olduğu bir Suriye isterken İsrail, kendi güvenlik gerekçeleri doğrultusunda tamamen güçsüzleşmiş, hiçbir şekilde İsrail’e tehdit teşkil etmeyecek bir Suriye istiyor. Bu noktada bir çatışma var. Suriye Geçici Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın Amerika ziyaretinde FOX TV’ye verdiği bir röportaj vardı. Orada da “İsrail, işgal ettiği topraklardan çekilmediği sürece bir anlaşma imzalamamız mümkün değil. Bu noktada da ABD’nin aracı olabileceğini düşünüyoruz” demişti. Bunları anlayabilmek için önce İsrail’in güvenlik stratejisini anlamak gerekiyor. İsrail aslında güvenlik odaklı bir devlet. 7 Ekim’den sonra İsrail’in “kimse bize saldıramaz, kendi topraklarımızın içerisinde güvenliyiz” miti yıkıldı. Bu mitin yeniden teşkil edilmesi gerekiyor. İsrail’in etrafındaki güvenlik kuşağını sağlamlaştırması gerekiyor.
Bu ne demek? İsrail, Lübnan’ın güneyi ve Suriye’nin güneyinde hiçbir şekilde kendisine tehdit teşkil edecek bir yapının oluşmasını istemiyor. Daha somut konuşmak gerekirse direniş ekseninin yani İran destekli unsurların buralarda etkin olmasını istemiyor. İran, Irak, Suriye artı Lübnan’a ulaşan lojistik hattın, silahların aktarıldığı ya da birtakım ekonomik yardımların aktarıldığı hattın aktif olmaması gerekiyor. Birinci husus bu. İsrail bunu yaparken Suriye’nin içinde bulunduğu durumdan istifade ediyor. Her ne kadar dünyaya sakallarını kestikten sonra normalleşmiş bir insan gibi empoze edilse de Suriye’de geçmişinde terör faaliyetlerine bulaşmış insanlar var. Dolayısıyla zaman zaman bunların arasındaki güç mücadelesini Suriye’de birtakım unsurlara ve azınlıklara saldırı olarak görüyoruz”
Trump, kuzey cephesinde de Netanyahu’yu ciddi biçimde frenledi. Başbakan, son iki ayda ikincil cephelerde sert bir tutum benimsedi. Suriye’de Cumhurbaşkanı Ahmed Şara yönetimiyle uzlaşma ihtimalini baltaladı, İsrail’in bir yıl önce ele geçirdiği Suriye Golan Tepeleri’ndeki bölgelere provokatif bir ziyaret yaptı ve sınır hattındaki tansiyonu bilinçli olarak yükseltti. Bu süreçte İsrail askerleri bölgede iki kez silahlı çatışmaya girdi; bu durum, askeri varlık sürdükçe geleceğe dair bir işaret olarak görülüyor.
Lübnan’da ise İsrail ordusu, Hizbullah’ın yeniden silahlanmasını engellemek amacıyla örgüte ait hedeflere düzenli saldırılar düzenledi. Zirve nokta, geçen ay Beyrut’ta Hizbullah’ın askeri lideri Heysem Ali Tabatabai’nin öldürülmesi oldu. Bu suikastın ardından İsrail, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasında ilerleme sağlanmaması halinde saldırıları artırmakla tehdit etti.
Ancak Trump’ın Suriye ve Lübnan konusunda farklı öncelikleri var. İsrail ile Suriye arasında uzlaşı ihtimalinden açıkça söz etti ve Lübnan’a, İsrail’in askeri tırmanışının Trump’ın “başarı” olarak sunmak istediği Beyrut’taki merkezi hükümetin güçlendirilmesi sürecini baltalamaması yönünde mesaj gönderdi. Washington, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını zorla dayatma konusunda istekli görünmüyor.
İsrail ordusu Lübnan’da zaman zaman saldırılar düzenlemeyi sürdürse de bombardımanın ölçeği ve Hizbullah’a yönelik tehditlerin tonu azalmış durumda. Kuzeydeki gelişmeler de Trump-Netanyahu görüşmesinin gündeminde olacak.
Şimdilik Trump’ın açıklamaları, gerilimi yeniden tırmandırmaya izin vermeyeceğini ve kısmen soğuyan cepheleri yeniden ısıtmak için İsrail’e destek olmayacağını gösteriyor. Trump’ın elinde bir koz daha var: Netanyahu’nun, Cumhurbaşkanı Herzog’dan af alabilmek için hâlâ Trump’ın desteğine ihtiyacı bulunuyor.
Tamamı : https://harici.com.tr/gazze-planinin-ikinci-asamasini-durduran-tek-sey-gerceklik/
Mevcut İsrail yönetimini “Netanyahu rejimi” olarak kavramsallaştırmak, onu Arap otokrasilerinden niteliksel olarak ayırmadan, benzer “rejim güvenliği” mantığını vurgulamaya imkân verir. Biçimsel olarak seçimli bir demokrasi söz konusu olsa da, iktidar koalisyonunun temel önceliği, Buzan’ın anlamında “ulusal güvenlikten” çok iktidar bloğunun devamını temin etmektir. Yargı reformu girişimleri, koalisyon içi pazarlıklarla medyaya ve sivil topluma dönük baskılar, bağımsız kurumların sistematik biçimde zayıflatılması bu perspektiften okunabilir. Basın özgürlüğüne yönelik siyasi baskı, güvenlik söylemi ve “savaş hali” gerekçesiyle meşrulaştırılır, böylece eleştirel medya, rejim güvenliği açısından “iç tehdit” kategorisine itilmiş olur.
Uluslararası hukuk alanında da benzer bir ikili standart gözlenir. Gazze’deki askeri operasyonlara dair savaş suçu ve soykırım suçlamaları, iç kamuoyuna çoğunlukla “İsrail’in varlık hakkına saldırı” çerçevesinde sunularak kriminalize edilir. Bu da uluslararası hukuku, rejimin bekasına karşı “dışsal komplonun” parçası gibi resmeder. Hesap verebilirlik mekanizmaları—hem iç hukukta hem uluslararası düzlemde—güvenlik bürokrasisi, koalisyon dengeleri ve aşırı sağın ideolojik kırmızı çizgileri tarafından kısıtlanır. Bu sistemde demokratik teamüller, seçim prosedürüne indirgenmiş, liberal bileşenler olan haklar, özgürlükler, kuvvetler ayrılığı giderek aşınmıştır.
Bu yapıyı pekiştiren en önemli faktörlerden biri, özellikle ABD’den gelen askerî ve mali desteğin yarattığı “dış rant”tır. Güvenlik yardımları ve siyasi koruma, rejimin hem savaş ekonomisini sürdürmesine hem de içerde maliyet ödemeden sert güvenlik politikaları izlemesine imkân verir. Böylece İsrail ekonomisinin önemli bir kesimi, yüksek teknoloji ve savunma sanayii üzerinden dış fonlara ve savaş koşullarına bağımlı, fiilen rantiyer bir karakter kazanır. Üretken, barış temelli ekonomik entegrasyonu savunan aktörler marjinalleşirken, ekonomik faaliyeti “güvenlik devleti” mantığına tabi kılan aşırı sağ elitler güçlenir. Neticede “ulusal çıkar” söylemi ile “Netanyahu rejiminin çıkarı” arasındaki mesafe kapanır. Devlet değil rejim tipi, hem iç krizi hem de bölgesel davranışı açıklayan asli değişken hâline gelir.
Tamamı : https://kritikbakis.com/netanyahu-rejimi-ve-guvenlik-eksenli-otoriterlesme/
İsrail merkezli şirketlerin New York'ta yaklaşık 30 bin çalışanı var.
New York piyasasını adeta ele geçirmiş durumda olan bu şirketler arasında Farmigo, StartApp, Gett, Como, AppsFlyer, Playbuzz gibi tanınmış firmalar da bulunuyor.
Eski Belediye Başkanı Eric Adams, İsrailli şirketler ile "New York kenti-İsrail Ekonomi Konseyi" adlı bir yapı oluşturmuş.
Bu konseyin açıkladığı veriler, söz konusu lobinin mali gücünü anlamak açısından da önemli.
Buna göre, İsrailli şirketler yılda 12,1 milyar dolar gelir elde ediyor ve bunların kent ekonomisi içindeki hacmi ise 32,6 milyar dolara ulaşmış vaziyette.
New York Belediyesi bütçesinin yaklaşık 113 milyar dolar olduğu düşünüldüğünde eski Belediye Başkanı Eric Adams'ın yaptığı sözleşmenin ve verdiği işlerin İsrailli firmalara sağladığı gelirin boyutları anlaşılacaktır.
Zohran Mamdani ise seçim kampanyası sırasında, göreve geldiği takdirde "New York kenti-İsrail Ekonomi Konseyi"ni kapatacağını söylemişti.
Mamdani ayrıca New York'taki üniversiteler ile İsrail üniversiteleri arasındaki ilişkileri de sonlandıracağı mesajını vermişti.
Yahudi lobisi, yeni Belediye Başkanı Mamdani'nin İsrailli şirketleri vergi yükü getirmesi ve belediye ile yapılmış sözleşmeleri sonlandırması halinde New York kentinin ve New Yorkluların kaybedeceği uyarısında bulunuyor.
Hannah Arendt Siyasi Düşünce Ödülü, çağımızın en önemli meselelerinden biri olan “insanların birbirlerini eşit olarak kabul etmeleri için hangi sosyal, siyasi ve ahlaki koşulların gerekli olduğu” sorusuna cevap arayan filozof Seyla Benhabib'e verildi.
…
Günümüzde kamusal söylem giderek kutuplaşıyor ve demokratik yaşam parçalanıyor. Otoriterlik, neo-faşizm, ırkçılık, cinsiyetçilik ve LGBTİ+ karşıtı ayrımcılık küresel çapta yeniden yükselirken Benhabib’in “zor zamanlarda haysiyet” dediği şey için mücadele edenlerin sesi daha da kısılıyor. 2025 Hannah Arendt Ödülü, tam da bu yüzden net bir mesaj veriyor. Ödül, Arendt’ten aldığı ilhamla dünyanın dışlayıcı yanlarını sorgulayan, açmazlarını görünür kılan, demokratik olanaklarıyla ilgili düşünen çalışmalarıyla “dünyaya olan sevgisini” gösteren bir filozof ve kamu entelektüelini onurlandırıyor.
Arendt kendini hiçbir ideolojiye bağlı görmüyordu. Ona göre ideolojiler çağı bitmişti; geriye kalan tek şey anlamaya çalışmaktı. Keza Benhabib de basitleştirmeye direnen, hayatın karmaşıklığına kucak açan bir düşünme ve anlama biçimini temsil ediyor.
Arendt’in dediği gibi, “karanlık zamanlarda” yaşıyor olabiliriz. Ama bu karanlık mutlak değil. Seyla Benhabib gibi kamusal entelektüellerin fikirleri kırılgan ve müşterek dünyamızı aydınlatmaya devam ediyor.
Bu ortak dünyayı tekrar tekrar yeniden kurmamız gerekiyor. Bunu da ancak Arendt'in ruhuna uygun olarak, mücadele, çoğulculuk ve diyalog yoluyla yapabiliriz.
2022 yılının başlarında Avinatan, @nvidia ile ilk işine başladı; bu karar, daha sonra hayatında verdiği en iyi kararlardan biri olacaktı.
Avinatan'ın esaret altında tutulduğu iki yıl boyunca @nvidia , sadece bir iş yeri olmaktan çok daha fazlasıydı; büyük bir aileydi. Şirketin Avinatan ve ailesine verdiği muazzam destek olağanüstüydü. Onu hiç tanımayan insanlar bile her gün fotoğrafının olduğu pankartlar taşıyor, her toplantı onun anılması ve geri dönmesi çağrısıyla başlıyor ve hatta geri döndüğü güne kadar masasının köşesini dokunmadan bırakıyorlardı.
Herkes, kesinlikle herkes, elinden gelen yardımı yaptı: takım arkadaşları, doğrudan yöneticisi, İsrail'deki çalışanlar ve üst düzey yöneticiler. Tüm bunlar, şirketin CEO'su Jensen Huang'ın tam koordinasyonu ve doğrudan desteğiyle gerçekleştirildi; kendisi bizzat aileye eşlik etti ve durumlarını sormak için defalarca aradı.
@nvidia kaçırılmadan önce orada sadece bir buçuk yıl çalışmış olan Avinatan'ı asla unutmadı.
Şirketin tüm süreç boyunca onun yanında durması, gerçek karşılıklı sorumluluğun ne anlama geldiğini gösteriyor; başarı ve refah günlerinde bile çalışanlarının yanında durdular ve onunla birlikte mücadele ettiler.

https://x.com/ArgamaniNoa/status/1999237485252194763
Ankara’ya çeşitli sebeplerle üç senedir gidemediğimi fark ettim. Üç sene önce iki arkadaşımla Ulus’ı dolaşmış ve Yahudi mahallesini gezmiştik.
Altındağ’a bağlı Ulus; hem Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı semt olması hem de Ankara tarihinin oldukça eski zamanlarına dair eserleri barındırması bakımından oldukça önemli. Semtin çok bilinen Samanpazarı, Çıkrıkçılar Yokuşu, Kale hattının yanı başında olan ama belki de çoğu Ankaralının dahi bilmediği, bilse bile uğramadığı bir de Yahudi Mahallesi var. Mahalleye adım atar atmaz, farklı bir atmosfere girdiğimizi hissettim. Sağlı sollu bakımsız evlerin olduğu sokakta sessizliğe, evlerde yakılan sobaların dumanları eşlik ediyordu.
Mahalledeki birçok yapı kilitli ve yıkılmak üzere olsa da Hayim Albukrek ve Araf evleri bölgenin mimari karakteristiğini koruyarak günümüze taşımayı başarmış.
Her ikisi de 20’nci yüzyılın başlarında inşa edilmiş. İtalyan bir mimar tarafından yapıldığı söyleniyor. Albukrek Evi’nin dış cephesindeki göz alıcı nakışlar etkileyici. Bir zamanlar Atatürk’ün de konakladığı söylenen Yasef Ruso Evi’yse maalesef yıkılmak üzere. Mahallenin Yahudi Mahallesi olarak anılmasını sağlayan yapılardan biriyse sinagog. Senede bir kez ibadet için açıldığı söyleniyor. Sinagogla ilgili de Fügen İlter’in verdiği bilgiler şöyle: “1492 yılında İspanya’dan, birkaç yıl sonra da Portekiz’den Türkiye’ye göçen Musevilerin (Sefaradların) bir kısmı Ankara’ya yerleşmişlerdir. Gelenler eskiden beri orada yaşayan, sinagogu da olan bir Yahudi topluluğu bulmuşlardır. Ankara’ya gelen Museviler sayıca çoğalınca, biri İspanya’dan, öteki de Portekiz’den gelen Museviler adına iki sinagog sahibi olmuşlardır. 1907 yılında, Anadolu sinagoglarının dikdörtgen planlılar grubunun değişik bir örneğini veren Ankara Yahudi Mahallesi Sinagogu, bezemeleriyle, bitkisel motifleri esas almış birçok sinagogla benzerlikler gösterir.”
Yolunuzu Ulus’a düşürürseniz, görmenizi tavsiye ederim. Umarım ben de gidebilirim, yıllar sonra…

https://x.com/ugurbiryol/status/1999054657503514696
1936 Berlin Olimpiyatlarında Türk basketbol takımında yer alan Türkiye Musevi cemaatinden Hazday Penso'nun milli takım forması. Takımın Türkiye Musevi cemaatinden bir diğer oyuncusu Jak Habib de Türk milli takımının skor açısından en çok güvendiği oyuncularından biri olacaktır.
