Birkaç haftadır sokak hayvanları konusu yine gündemde. Sokak hayvanlarını insanların beslemesi normal mi, fare nüfusu ne olacak, doğanın dengesine insan olarak müdahale mi ediyoruz gibi zor sorularla karşı karşıyayız. Sanırsınız doğanın dengesini hep koruduk, koruyoruz da, anormal olan sadece kedilerin fare yakalayamıyor olması. Doğanın dengesi ve normali konusunda, köpeğimiz Momo´yla benim söyleyeceklerimiz var.
Feneryolu oldukça ağaçlık bir bölge, hemen hemen her apartmanın kendi bahçesi, bahçesinin önüne taşan yeşillik alanları var. Çocuklar için de, sokakta yaşayan hayvanlar için de, evde bakılan ancak gün içinde dışarıya çıkarılan hayvanlar için de, hayatı oldukça kolaylaştıran bir yer. Burada her dışarı çıktığınızda köpeğini gezdiren onlarca insanla karşılaşmanız tesadüf değil. Ne var ki, doğanın dengesinin bir gereği olan (!) kentsel dönüşüm süreciyle bu özelliğini tümüyle kaybetmesine az kaldı, bu not da burada dursun.
Momo’yla sabah yürüyüşlerimizin birinde yaşadığımız olay, gezegeni nasıl sadece ‘insanlara’, hatta ‘normal’ insanlara ‘ait’ bir yer gibi gördüğümüzü işaret etmesi açısından hayli çarpıcı. Momo, kaldırımda yürürken, doğal olarak kaldırımın kenarında yeşilliklerin, çimenlerin üzerine çıkıyor. Çişini, kakasını hep yeşilliğe yaptığı, yola hiç yapmadığı için yeşillik görüp de oraya meyledince ses çıkarmıyorum. Bir dükkânın önünden geçerken, dükkânın önünde kalan alandaki çimenlere çişini yaptı. Yoldan geçen ileri yaşlı diyebileceğimiz, kibar görünüşlü bir beyefendi, “Bu yaptığınız normal mi?” dedi.
Neden bahsettiğini anlamadığım için “efendim?” dedim.
“Bu yaptığınız normal mi? Köpeğinizin çişini oraya yaptırmanız?”
“Neden? Burası açık bir alan.”
“Hayır, orası bir işyeri.”
“Burası açık bir alan. Herhangi bir yerin bahçesinde değilim. Buraya sokak köpekleri de sokak kedileri de geliyorlar, çişlerini yapıyorlar, bu çok normal.”
“Orası işyeri. Oraya yaptıramazsınız.”
“Beyefendi, çişini ben yaptırmıyorum. Köpekler, açık alanda uygun gördükleri yerlere çişlerini kendileri yapar. Burası işyeri diye düşünmezler. Bu alan işyerine ait değil. İşyerinin önünde kalan açık bir alan. Hepimize ait. Bakın ben burada yürüyorum mesela. Yürürken Momo buraya çişini yapmak istedi. Bu çok normal.”
“Hatanızı kabul edip özür dileyeceğinize, konuşmaya devam ediyorsunuz!”
“Beyefendi özür dilememi gerektirecek bir şey yok çünkü ortada bir hata göremiyorum.”
“Hayret bir şey ya!”
“Hayret bir şey ya” diyerek sinirle yoluna devam eden beyefendi, bu kadar açık bir gerçeği bana nasıl kabul ettiremediğini düşünüp günün geri kalanında muhtemelen yakınlarına anlatarak beni kınamıştır. Oysa mesele şu: Şehirlerde insan türü, her yeri öyle bir işgal etmiş durumda ki, kendine bile yaşam alanı bırakmayan bu canlı, kendi dışındakilere zaten yaşama şansı tanıyıp tanımadığı üzerine düşünmüyor bile. Karıncalar, kuşlar, kirpiler, böcekler, nerede yaşayacak diye bir derdimiz yok. İklim değişikliği konusu gündeme geldiğinde itiraz edip bilinçli vatandaşı oynamayı hepimiz iyi beceriyoruz. Ağaçlar kesilmesin, ormanlar yakılmasın, yenilenebilir enerjiye geçelim gibi şeylerin sözcülüğünü yapıyoruz. Bunların hepsi doğru, iyi ki yapıyoruz. Fakat çok daha basit, günlük hayatımızla ilgili bazı meseleleri yanlış anlıyoruz.
Şehirlilerin lüksü
Şehirlerde doğaya ilişkin bir şeylere rastlamak, toprağı görmek, kokusunu duymak, toprakta yaşayan canlıları gözlemlemek, yoğun ağaçların olduğu bölgelerde kuşların cıvıltısını duymak, biz şehirliler için bir lüks. İnsan türü binalar yapıyor, altlarına işyerleri açıyor, kimi zaman manav, kimi zaman kuaför, kimi zaman emlakçı. Şehirlerin sokaklarını kaplamış durumdayız, binalarımızla, işyerlerimizle, otoparklarımızla, asfalt yollarımızla. Kendimize o kadar güveniyoruz, kendimizi o kadar önemsiyoruz ki, giderek bu sınırları taşırıyor, işyerimizin önü, binamızın önü de bize ‘ait’ zannetmeye başlıyoruz. Tamamen açık bir alan olmasına, o bölgenin bize ait olduğunu gösteren hiçbir işaret olmamasına, hukuki olarak da bir hak taşımamamıza rağmen, orası ‘ön’, burası ‘arka’, şurası ‘yan’ diye diye her yerde hak iddia eder hale geliyoruz. Kaç kilometrekare boş yer var ki İstanbul’da, herhangi bir yerin önü, arkası, yanı olmayan? Öyle ki, yoldan geçerken, doğal bir şekilde yol kenarındaki bir yeşilliğe çişini yapan köpeğin buna ‘hakkı’ olmadığını düşünebiliyor, hatta köpeğin sahibinin, hatasını hemen anlayıp, o anda yoldan geçmekte olan bizden özür dilemesini bekliyoruz. Özrü alamayınca da sinirleniyoruz.
Şehirler hepimizin. İnsanların, hayvanların ve bitkilerin. İnsanlar şehirlerin büyük çoğunluğunu zaten kendilerine mal etmiş durumdalar. Ama geride kalan kaldırım kenarlarına sıkışmış birkaç metrekarelik yeşil alanları lütfen çimenlere, rastgele gelişen yeşilliklere, yoncalara, çitlembiklere, kendiliğinden açan çeşitli çiçeklere bırakalım. Buralarda kedilerin ve köpeklerin çişlerini ve kakalarını yapmalarının doğanın çok doğal bir getirisi olduğunu unutmayalım. ‘Normal’ olan bu.
Bir de son not: Kaldırımların köpek kakasıyla dolu olması, bakın işte bu hiç ‘normal’ değil! Bir de tasmasız köpek gezdirme meselesi var. Tasma kullanmak iki açıdan hayati önemde. Birincisi, köpeğimizin kendi güvenliğini sağlamak. Kedi peşinden koşarken yola fırlayabilir, başına bir kaza gelebilir, başka bir tasmalı ya da tasmasız köpeğin agresif davranışlarıyla karşılaşabilir. İkincisi de diğer canlıların ve tabii ki insanların güvenliğini sağlamak. Köpeğimizin bir kediye, bir kuşa ya da bir insana zarar vermesini engellememizin en iyi yolu onu tasmayla kontrol etmek. Köpeğimiz kesinlikle saldırgan olmayabilir, ancak hayvanlar neticede içgüdüleriyle davranırlar. Diğer yandan, mesele, köpeğimizin gerçekten birine zarar verip vermemesi de değil, diğer insanların onu nasıl algıladığı. Köpekten korkan bir insanın dibine kadar köpekle gidip, “korkma hiçbir şey yapmaz” demek, o insanın kendini huzurlu ve güvende hissetme hakkını ihlal etmek demektir.