Kaybolmayan mirasın sesi: Bükreş'in sessiz Sefarad kalbi

Bükreş´te gerçekleşen Sefarad Günlerine davet edilen İvet Acu şehrin sessiz sokaklarında yüzyılların hafızasını da takip eden keşif yolculuğunu paylaştı.

Toplum
3 Aralık 2025 Çarşamba

Endülüs'ten Romanya'ya uzanan göç hikayesi: Küçülen bir cemaatin dilini ve lezzetlerini nasıl yaşattığına dair kişisel bir keşif.

Bir şehre adım attığınızda, bazen sokakların değil, o şehrin sakinlerinin sessizce sakladığı bir tarihin misafiri olursunuz. Bükreş’teki Sefarad Günleri daveti de benim için tam olarak böyle bir yolculuğun başlangıcı oldu. Bir gastronomi etkinliğine katılmak için gittiğim Romanya’da, aslında kökleri İber Yarımadası’na uzanan, yüzyıllık bir cemaatin kalbiyle karşılaştım.

Tarihçi değilim; notlarım, duyduklarım ve bizzat yaşadıklarım merakın ve kimlik arayışının bir ürünü. Fakat Bükreş’te geçirdiğim günler boyunca edindiğim en önemli his şuydu: Bir topluluk küçülebilir, yorulabilir, ama kökleri varsa kolay kolay yok olmaz.

Ladino ve Unutulmaz Kahkahalar

10 - 12 Kasım tarihlerinde düzenlenen Sefarad Kültür Günleri, tarih, kültür ve mutfağı bir araya getiren zengin bir program sundu.

Festivalin en can alıcı kısımlarından biri, ‘Ladino Kültürünün Yükselişi ve Çöküşü – Geriye Ne Kaldı?’ başlıklı yuvarlak masa sohbetiydi. Katılımcılar Felicia Waldman ve Anca Tudorancea, bir zamanlar Akdeniz havzasının ortak dili olan Ladino’nun tarihsel seyrini ve günümüzdeki izlerini derinlemesine incelediler. Bir kültürün hayatta kalma mücadelesinin en somut kanıtı olan Ladino, salonda zaman zaman Felicia’nın paylaştığı esprili deyimlerle kahkahalara sebep oldu. Bu dil, sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda Endülüs'ün ruhunu yüzyıllardır taşıyan bir hafıza kutusu görevi görüyordu.

Sofrada Saklanan Miras: Badem Ezmesi Neden Sembol?

Festivalin en interaktif ve lezzetli bölümü ise bana aitti. Türkiye’de doğup İsveç’ten gelen bir şef olarak, Sefarad mutfağının Endülüs’ten Osmanlı-Balkan coğrafyasına uzanan tarihini ve kültürel etkileşimlerini anlattım. Ancak esas zor soru, böyle tarihi bir şehirde tadım atölyesi için ne seçileceğiydi.

Bir yemeğin temsil ettiği anlam, bazen malzemesinden daha önemlidir. Ve ben Matsapan'ı (Badem Ezmesi) seçtim.

Sefarad mutfağı, İber Yarımadası’ndan getirdiği gelenekle bademi ve badem ezmesini özel günlerde bolca kullanır. Badem; uyanışın, yeni başlangıcın ve verimliliğin sembolüdür. O günkü tercihimin ardında yatan düşünce basitti: “Badem ezmesini paylaşmak, zorluklara rağmen birliği ve umudu kutlamaktı.” Bazen bir lokma, yüzlerce yıllık bir varoluşu anlatır.

Bükreş Mutfağında Aşkenaz ve Sefarad dengesi

Söyleşide gözlemlediğim bir diğer önemli detay, mutfak kültüründeki katmanlardı. Bugün Bükreş’teki Yahudi gastronomisinde Aşkenaz geleneğinin tatları daha hakim. Hatta Romen mutfağı, tariflerle iç içe geçerek zarif bir karma yaratmış durumda.

Ancak bu baskın tabloya rağmen, küçük mutfaklarda sessiz bir direniş sürüyor: ‘Sefarad izleri.’ Fırından yeni çıkmış borekasların kokusu, kızgın yağda çıtırdayan bumeloslar ve sabah sofralarının neşesi fritadalar... Sanki küçük birer anı kutusu gibi evlerde saklanıp korunuyor. Anlattıklarım, Osmanlı’dan, Selanik’ten göç etmiş ailelerin evlerinde hala pişen o tapadalara, babaannelerinin Ladino cümlelerine dokunuyordu. Sofralar sadece yemek taşımaz; mirası aktarır.

Kısa Bir Tarih Notu: Kök Salan Bir Topluluk

Romanya topraklarında Yahudi varlığı, MÖ 5. yüzyıla kadar uzanıyor. 14. yüzyıldan itibaren sosyal ve ticari hayata güçlü bir şekilde katılan bu topluluğa, 16. yüzyılda Osmanlı’nın sağladığı eşit haklar sayesinde İstanbul ve Selanik’ten çok sayıda Sefarad göç ediyor.

Ne yazık ki, 19. yüzyıldaki bağımsızlık mücadelesiyle başlayan ayrımcılık ve antisemitizm, nüfusun önemli bir kısmının göç etmesine neden oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan karanlıklar ise cemaati büyük ölçüde yok etti. Bir zamanlar 800 bine yakın nüfusuyla Avrupa’nın en büyük cemaatlerinden biri olan Romanya Yahudiliği, bugün 8-9 bin kişilik küçük bir topluluk olarak köklerine tutunmaya çalışıyor.

Bu küçülen cemaatin direncini, Bükreş’in sinagoglarında, müzelerinde ve tiyatrosunda hissetmek mümkündü: The Choral Temple, The Great Synagogue ve 1876’da kurulan dünyanın ilk Yahudi tiyatrosu olduğu düşünülen The Jewish State Theater, bu dayanıklılığın canlı simgeleri.

Bükreş'in Bırakmadığı İzler

Şehrin sinagoglarını, eski Yahudi mahallelerini ve mezarlıklarını dolaşırken hissedilen duygu hep aynıydı: Hüzünle yoğrulmuş bir direnç. Yüzlerce ailenin kahkahalarıyla dolup taşan cemaat, bugün yaşça ilerlemiş ve sayıca azalmış olsa da, ayakta durmak için birbirine kenetleniyor.

Ve asıl sürpriz, söyleşi arasında İstanbul’dan göç eden çocukluk arkadaşlarımla karşılaşmak oldu. Bükreş’te, yabancısı olduğumu sandığım bir şehirde, çocukluğumun bir parçasıyla karşılaşmak hem mutlu etti hem de umudumu büyüttü. Bir şehir, bazen hiç tanımadığınız insanlarla değil, yıllar önce bıraktığınızı sandığınız bir sesle bağ kurdurur insana.

Bükreş’e ilk gidişimdi, ama o şehir beni bırakmadı. O eski sinagogların bahçelerinde yankılanan kahkahaların izleri capcanlı duruyor. O izlere dokundum ve içimde tek bir cümle yankılandı: “Bu sofrayı yeniden kuracağız.”

Bu sadece bir yemek tarifi değil, bir kültürün hala atan kalbini gösteren bir işarettir. Ve ben, o hikayenin peşine tekrar düşmek üzere kendime söz verdim.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün