Or Yom… Gün Işığı…
Karanlığın sessizliğini yaran o ince ışık…
O ışıkla görürsün; yalnızca çevreni değil, uzun zamandır yüzünü çevirdiğin gerçekleri, sessizce küllenmiş kimliğini, hatırlamayı ertelediğin yanlarını…
O ışıkla sorgularsın, sorgulanırsın; nereye yürüdüğünü, nerede durduğunu, neyi ihmal edip neyi unuttuğunu…
Ve o ışığın altında yeniden doğarsın. Çünkü her ışık, insanın en karanlık yerine bile ‘geri dön’ diyen sessiz bir çağrıdır….
***
Beyoğlu’nun dar sokaklarında dik bayırı çıkıp sağ yanına baktığında bir kapı belirir karşında.
Sıradan, siyah bir demir kapı…
Ve kalbin sende anlam veremediğin bir şey yapar:
Sanki o kapının ardında seni bekleyen birileri varmış gibi duyarsın.
Bu his birdenbire içini titretir; çünkü insan, kendisine ihtiyaç duyulan yeri her zaman bilir.
Ve işte o bilme hali, yüreğinin tam ortasına ince, sızlatıcı bir çizik gibi düşer.
Bir adım atarsın…
O adım yalnızca bir avluya değil, kendi vicdanının kıvrımlarına atılmış sessiz bir adımdır aslında.
Kapıyı itip içeri girdiğinde dünya bir anlığına nefesini tutar.
Avluya sessiz bir hüzün yayılır; bir yılın değil, bir ömrün birikmiş hüznü…
Orada oturan yaşlıların yüzlerinde gençlikleri, ilk sevdaları, bitmemiş umutları, yarım kalmış hikayeleri, göç yollarının yorgunluğu, itilmişlikleri, görmezden gelinmişlikleri, kırılmış kalpleri saklıdır.
Ve o anda anlarsın…
Yaşlılık sadece zamanın değil, insanların bıraktığı izdir…
Seni gördüklerinde gözlerinde bir ışık belirir.
O öyle bir ışıktır ki; bir avluyu değil, insanın içini aydınlatır.
Temiz, sahici, karşılıksız bir sevgi…
Ruhuna bıçak gibi işler:
“Bunca zaman neredeydim ben?”
“Hoş geldin evladım,” der biri; sanki kaybettiği bir dostu, yıllar sonra nihayet geri bulmuş gibi.
Bir diğeri titrek parmaklarını uzatır sana: “Gelmişsin… iyi ki gelmişsin.”
O dokunuş öyle kırılgan, öyle gerçek bir ihtiyaçtır ki…
Kalbin önce ürperir, sonra ağırlaşır; içinde hem sevinç hem suçluluk aynı anda çarpışır.
Ve o an fark edersin:
Senin için sıradan bir gün, birileri için beklenen bir mucizedir.
Koridorlara doğru yürürken duvarların iç çekişini duyarsın.
Bir kokuyla karşılaşırsın…
Yılların kokusu bu: eski fotoğrafların, unutulmuş mektupların, okunmuş duaların, artık tutulmayan ellerin kokusu…
Bir ömrün iç duvarlarına sinmiş yalnızlığın kokusu.
Her kapı bir hikaye açar:
Tekerlekli sandalyesinde seni görünce gözleri dolan Mordo Bey…
Evladı gelir gibi gülümser sana.
“Bugün geç kaldın,” der.
O “geç” kelimesi yalnızca saate dokunmaz; senin uzun zamandır gelmeyişinin soğukluğunu da yüzüne vurur.
İçin bu yüzden ikiye bölünür: Bir yanın sevinir, öteki yanın titreyen bir mahcubiyete bürünür.
Elindeki çiçeğe fısıldayan Raşel Öğretmen… “Belki öğrencilerim gelir…” diye mırıldanır kendine.
Onun odasında anlarsın: Öğretmenlik yaşlanmaz; ama öğretmenler, bazen, yalnız bırakılır….
Dualarıyla duvarları bile yumuşatan Beti Hanım…
Adını bile sormadan,
“Bu evlat iyi bir insandır, hissediyorum,” diye dua eder sana.
Duanın gücü bazen insanın kendi iyiliğine bile inanmadığı kadar büyüktür.
Birinin duasına layık olmak, insanı ağırlaştırır; ama aynı anda arındırır.
Ve koridorun en sonunda, titreyen elleriyle yazmaya devam eden Silva Hanım…
Yazmak, vazgeçmemektir.
Kendi ışığını hala söndürmemiş bir ruhun sessiz haykırışıdır.
Yaşlanmak ona işlemez; çünkü ruhlar yaş almaz, sadece bedenler yorulur…
Bu insanların her biri, çok acılar çekmiş bir toplumun hafızasıdır….
Kim olduğumuzun cevabı; “onların gözlerinin derinliğinde, ellerinin çizgilerinde, kelimelerinin aralarında” saklıdır.
Tam burada, insanın içini sarsan o büyük gerçek yükselir:
Yaşlanmak; bir çöküş değildir.
Bir direniştir.
Bir bekleyiştir.
Sessiz bir devrimdir.
Bir ömrü onurla taşımaktır.
Onlar bizim tarihimiz, köklerimiz, geçmişimiz, unuttuğumuz aynalarımızdır. Üç saniyelik storylerden daha fazlasıdır.
Bir bakışlarında bir göçün acısı, bir tebessümlerinde bir bayram sabahı,
bir sessizliklerinde kaybolmuş bir şehrin bütün sesleri saklıdır.
Onlar bizim “nereden geldik?” sorumuzun cevabı,
“kim olacağız?” sorumuzun pusulasıdır.
***
O siyah demir kapı arkandan kapanırken bilirsin ki; bugün ziyaret ettiğin o yüzler, yarın senin yüzün olacak. Bugün sesini duyduğun o hikayeler, yarın senin sessizliğine dönüşecek. Bugün hatırlamayı ihmal ettiğin o insanlar, bir gün senin hatırlanmayı bekleyen halin olacak.
Geçiyoruz bu dünyadan; “gölge gibi, nefes gibi, rüzgar gibi”… Ve geride bıraktığımız tek gerçek şey şudur: Hatırlanmak….
İnsan sevildiği kadar değil, hatırlandığı kadar yaşar…
Or Yom’un siyah kapısının ardındaki her bir can, varlığımızın köküne dokunur, bize hem dünü hem yarını öğretir ve son kez, sanki içimizin en kuytusundan sesini yükseltir:
“Unutma beni…”