Çocukluk seslerinden resimlerinin ritimlerine uzanan yolda Ahmet Yeşil Beş aydır yayınladığımız bu değerli söyleşide sona yaklaşıyoruz…
Annenizin ve babanızın sese ve gürültüye tepkileri neydi?
Annem de, babam da çok yüksek sesle konuşmazlardı. Babam sinirlendiği zaman tabii ses volümü çok yükselirdi. Annemin en yüksek sesi akşam sokaktan bizi çağırırkendi... Sesimi duyduğunuz zaman geleceksiniz, derdi, en yüksek sesi oydu. Onun dışında o dönemin moda şarkılarını dinlerlerdi; Zeki Müren, Müzeyyen Senar... Bir Philips radyomuz vardı. Babam öğlen yemeğe geldiğinde açardı, yüksek sesle dinlerdi müzikleri. Bütün mahalleye dinletirlerdi.
Duydukları seslere tepkileri ne olurdu?
Onu hiç gözlemlemedim. Yüksek sesle konuşan birisi olduğu zaman, cırtlak cırtlak, annem kızardı. Sağır değiliz, gibi tepkiler verirdi meselâ. Babam bütün gün dışarıda. Babamın yaşamı biraz daha kendine aitti.
Sevdiğiniz, sevmediğiniz sesler, rahatsız olduğunuz veya çok sevdiğiniz sesler neydi?
Çocukluğumdan şu yana şöyle düşünürdüm. Bağıra bağıra, yüksek sesle konuşan insan kendini ifade etmede zorluk çektiği için ne kadar çok bağırırsam o kadar çok kendimi kabul ettiririm, inandırırım havasına girdiği için hoşuma gitmezdi. Ama top oynarken, spor yaparken sahada falan sesimizin volümü yükselir biliyorsun. Biraz da hırçın bir yapım olduğu için öyle. Müzikal anlamda ise otantik müziği çok severim. Yani Afrika, Kızılderili müzikleri, Uzakdoğu müziklerinden bahsediyorum, onlara bayılırım. Bir Perulu grubun kasedi vardı, Londra’dan arkadaşım getirmişti. Onu defalarca dinlerdim. Rahatlatacak, heyecanlandıracak ritimdeki, ses tonlarını severim. Bangır bangır bağıran müzikten hoşlanmam. Yani eskiden belki hoşumuza giderdi ama son yıllarda bangır bangır bağıran şeyden hoşlanmıyorum.
Ne zaman hoşunuza gidiyordu?
Lise dönemlerinde. O çılgın dönemler. Sonra üniversite yaşlarında Ruhi Su ve protest müziklerden. O dönemin siyasi konjonktürüne uygun şeylerdi...
Müzik olarak düşünmezsek sadece sevdiğiniz sesler ya da sevmediğiniz sesler nedir? Sevdiklerinizden başlayalım…
Doğal sesleri severim. Mesela kuş seslerine bayılırım; denizin karaya vurduktan sonra geri çekilirken çıkarttığı sese bayılırım. Taşlar birbirine sürter ya, bana çok senfonik gelir. Taşların çıkarttığı ses, midye kabuklarının... Deniz sert gelir, geriye çekilirken de o sesi hissedersin. Özellikle akşam, meselâ yazlıktayken denizin o sesine bayılırdım. Karaya, kıyıya vurup geri çekilmesine. Çünkü bir şeyi görmüyorsun, deniz sesini hissediyorsun, o ses de seni dalgayla beraber alıp götürüyor. Karanlıkta dalgayı çok göremiyorsun, biraz köpüğünü görüyorsun. Geri çeklilirken de o midye kabuklarının, çakıl taşlarının birbirine sürtünmelerinden çıkan sesler çok senfonik gelir. Deniz çocuğu olduğumuz için hırçın bir dalganın kayalara vuruşunu çok severim; ruhumu kabartır.
Bahsettiğiniz yazlık neredeydi?
Kargıpınar’da. Zaten yazlığa gerek yok. Biz çocukken sahil, evimizin dibiydi. O zaman bu kadar bina yoktu, köprünün oraya giderdik, oradan denize girerdik. Kumsal vardı hep oralarda, Hilton’un bulunduğu yerler falan hep kumsaldı. Denizden çıkmazdık yazın, temizdi o zaman. Öğleden sonra da, balık avlardık, yazın top oynamadığımız zaman.
Bu seslerin, dalga sesinin resimlerinize etkisi, sanatınıza etkisini hiç düşündünüz mü? Ya da bu şekilde bir şey yaptınız mı?
Tabii. Denizi çok severdim. Yaz-kış denize girerdim. Soğuk moğuk dinlemezdim. Rahatsızlandıktan sonra da kendi denizimi yaratıyorum. Halatların birbiriyle olan ritmi, ışığın ritmi, açık, koyu değerler sanki kendi denizimi yaratıyorum. Zaman zaman da o ritmin içinde suyun sesini, dalganın sesini hissederim. O bilinçaltıma yerleşmiş dalga, su sesini hissederim. Kuş seslerini çok severim çünkü evimiz bahçeliydi. Kuş seslerine bayılırım. Yaylaya, köy evlerine falan gittiğimde veyahut kırsal kesimde bir yerde kaldığımda sabah gün doğarken kuş seslerini merak ederdim. Fındıkpınar’da bir yer almıştık kardeşimle beraber. Bir-iki gece kaldık, sabah kuş sesi duymuyordum. Serçenin sesi bile yoktu. Buraya bir daha gelmem, dedim. Kırsalın içinde, dağın eteğinde kuş sesi yoksa yaşam da yok. Orayı sattım kısa zamanda.
O kuş seslerini hiç resminize yansıttınız mı?
Tabii renk olarak giriyor, ritim olarak giriyor. Yani benim resimlerimde her ritim, her renk, açık-koyu değerler yaşanılan ve yaşamın, çevrenin sunduğu şeydir. Yaşamın kendi ritmidir. Kuşun da sesi olabilir, insanın da sesi olabilir. Kadın sesi önemlidir mesela. Bazı sesler vardır itici gelir, dünyanın en güzel kadını dahi olsa. Bazı sesler vardır hiç görmeseniz bile sizi mıknatıs gibi çeker. Erotik bir sestir. O da çok önemlidir. Meselâ erkek seslerinde de bazı sesler vardır erkek mı, kadın mı olduğunu anlamazsın. Ama o davudi ses belki içimdeki o çoşkunun, heyecanın verdiği şeydir. O da çok heyecanlandırır. Erkekte de, kadında da olsa fark etmez, sesin etkisi anlamında.
Sesin rezonansı anlamında herhalde değil mi? O kubbeliliği, yuvarlaklığı.
Evet tabii. Etkisi anlamında, yuvarlaklığı anlamında. Etkileyicidir yani o.
Kubbe gibi olduğu için bir boyutluluğu da var mı sizin için?
Evet evet. Aynen dediğin gibi, var.
Peki yaşamınızın nasıl bir ritmi vardı küçüklüğünüzde? Şimdi nasıl bir ritmi var? Yani yaşamın ritmini nasıl anlatabilirsiniz?
Yaşamımdaki ritim çocukluğumda rahatsızlanmaya kadar çok hareketliydi. İlkokulda her haftasonu disiplin cezam vardı. Ortaokulda yine çok hareketliydi. Sevilen bir öğrenciydim. Hem okulda, hem sporda başarılı olduğum için birçok kuralsız şeye göz yumardı hocalar. Haksızlığa tahammül edemezdim. Anında tepki verirdim. Gözü kara bir tiptim yani. Çok heyecanlı, anında parlayan ve aynı hızda saman alevi gibi sönen bir sinir sistemim vardı. Rahatsızlandıktan sonra, sanatla buluştuktan sonra biraz daha sakinleşti. Ama aynı heyecan, aynı çoşku, aynı ritim fiziksel olarak bir şeye bağlı kalsam bile ruhumun o heyecanı, çoşkusunun ritmi hiç bir zaman düşmedi. Daha da yükseldi. Bazen tsunami gibi kendime yetişemiyorum, bazen de kıyıyla denizin buluştuğu noktadaki sakinlik gibi oluyor. Böyle gel-gitler oluyor. Özellikle üretirken, heyecanlanırken, sergi ve çalışma ortamında üst seviyede bir çoşku, ritim oluyor. Disiplinden kaynaklanıyor belki de. O disiplinden hiçbir zaman ödün vermedim. İnandığım ilkelerden ödün vermedim. Bu ilkeler bana göre doğrudur, başkasına göre yanlıştır diye umursamadım. Tabular, geleneksel engeller, hiçbir zaman önümde set gibi durmadı. Durmasına izin vermedim. Kendi bildiğim doğrularla, kimseye zarar vermeden yaşamaya çalıştım; ilkelerim doğrultusunda.
Küçüklüğünüzdeki sesleri ve ritmi rahatsızlandıktan sonra ya da resme başladığınızda resminize taşıdınız mı?
Tabii, meselâ annemin sesi beni her zaman etkilemiştir. Onun sesini duymadığım zaman kendimi eksik hissederim. Çocukluk dönemlerinde çok daha farklıydı ama bugün yine de etkiliyor. Belki de hiç kopmamamdan kaynaklı bir şeydir.
Ani parlayan ve sönümlenen sinir sisteminizden bahsettiniz. Bunun ritmini hiç resimlerinize taşıdınız mı? Renklerde kullandınız mı?
Sanatla yoğun bir yaşam biçimini elde ettikten sonra onu kontrol etmeyi başardım. Ama o dönemlerde birdenbire parlardım. Gözü kara, kavgacı bir tip çıkardı o zamanlar. Şimdi yok yani, yine sinirlenirim, aşırı sinirlensem bile o kavgacı ruh hali disipline edilmiştir.
O kavgacı hali resimlerinize taşıdınız mı sonra?
Tabii canım! Yani yaşamın bir izdüşümüdür resimler. Zaten onu taşımazsan o ruh hali devam eder. Fiziksel olarak öyle dışa vurur. Resimde belirttiğin zaman dengeyi sağlıyorsun, dışarıya karşı o şey, nötr hale geliyor.
Bir telefon konuşamızda küçüklüğünüzde nü resim çizmiş olduğunuzdan bahsetmiştiniz. O zamanları mı esas almalıyız resme başlamanızı?
O zamanlar bir meraktı. Resimle ilk tanışmam dersen daha ilkokula başlamadan kiracımız gelmişti, ressamdı. Beni alır galeriye götürürdü. İstanbullu olduğu için yalnız gitmek istemezdi. Sergilere götürürdü, o resim yaparken balkonda yanında dururdum. Resmin bitmesini beklerdim. Özellikle natürmort varsa, şeftali muz gibi öğeler varsa. O resimleri bittikleri zaman bana verirdi. Dört gözle beklerdim o meyveleri, çok severdim çünkü. Halâ da seviyorum ama muz yiyemiyorum maalesef rahatsızlığımdan dolayı. Onun dışında ortaokulda resim hocamız resme yeteneğimi keşfetti. Tıp fakültesi okumak istiyordum. Fen lisesine gitmemi istemedi, güzel sanatlar oku, dedi. Bunlar tabii hep hobi olarak vardı hayatımda. Rahatsızlandıktan sonra hastane, atölyeler falan derken o yetenek bütün yaşamımı kapsadı. Yaratıcılığım da güçlü olduğu için yavaş yavaş bir yaşam biçimine dönüştü. İlk iki reprodüksiyon resmimi sattığımda 100 lira para etmişti zamanın parasıyla. Müthiş etkilenmiştim. Dedim ki benim yaşamım bundan sonra sanatla bütünleşerek, kendimi ifade ederek olacak. Kimseye ihtiyaç duymadan kendimi var edeceğime inanmaya başladım. 1979’da ilk sergimi açtıktan sonra da daha çok inanmaya başladım ve öyle öyle, adım adım, sergi sergi devam etti.
17 yaş civarlarında mıydınız ilk reprodüksiyonunuzu sattığınızda?
Evet, o yaşlardaydım.
Ama küçüklükten beri herhalde bir görsel seçicilik her zaman vardı?
Tabii her şeyde. Giyimden, kuşamımdan tut da tercihlerime kadar. Görsel bir seçicilik vardı. Mesela o zamanlar, hatırlar mısın bilmiyorum, bankalar el ajandaları verirdi. El kadar defterlerdi ajandalar. Onların her türlü detayını incelerdim.
Nü resime geri dönecek olursak, kaçıncı sınıftaydınız?
İlkokul dörtteydim. Mahalle hamamları vardı o zamanlar. Mersin merkezde belli ailelerin gittiği bir hamama giderdik, annem bizi de her zaman götürürdü. O gün de götürdü annem bizi; beni “Mehmet’i, Ali’yi. Kapıdaki kadın bu sefer bırakmadı. Bunların babasını da getirseydin” dedi. Okulda resim dersinde çizdim bu olayı, öğretmen görmedi ama. O zaman ilkokulda 16-17 yaşında çocuklar vardı, bizim yanımızda ağabey gibilerdi.
Tepki olarak mı çizdiniz siz bu resmi?
Tepki olarak çizdim. Çıplak kadın ve çocuk resimleri çizdim. Şimdi onların eline geçince, onlar ergen ya! Biz anlamıyorduk o ağabeyleri o zamanlar. Sadece bir tepki olarak çizdim. Öğretmen yakaladı; kim bu terbiyesiz resimleri çizdi diye. Hemen ispiyonlandı, Ahmet Yeşil dediler. Müdire hanımın odasına götürdüler beni. Bıktım senden, dedi müdire hanım, bu sefer okuldan uzaklaştıracağım seni, dedi. Benim umrumda değil de anneme nasıl hesap vereceğim onu düşünüyorum. Elimde böyle bir resim, yüzüm gözüm böyle kıpkırmızı tokattan. Başka bir öğretmen “Bu çocuğa ne oldu böyle?” dedi. “Bıktım bu çocuktan, dedi müdire hanım ve resmi gösterip duymadığım bir şeyler söyledi o öğretmene. Öğretmen de yanıma gelip kulağımdan tuttu, gir içeriye ve bundan sonra adam gibi resim yap. Ben disipline gitmeden kurtuldum.
Öteki öğretmenin sayesinde…
Evet ama kim olduğunu bilmiyorum. Ondan sonra da derslerde bir resim çizdim, köy çeşmesi. Hoca onu çok beğendi, beni döven öğretmen, onu panoya koydu. Ondan sonra bütün pano resimleri bana aitti ve disiplin cezası almadım, okulu da birincilikle bitirdim.
Sonra nü resimler çizmeye döndünüz. Bu nasıl oldu?
Çok çizdim, evet. Sana daha müstehcen şey anlatayım. Ortaokula başladığımda resim dersine müdürümüz gelirdi, o beni keşfetti. Tıp fakültesi okuyacağım diye fen lisesine gitmek istedim, o güzel sanatlar okuyacaksın dedi ve fen lisesine gitmemi istemedi. Büyükler vardı, Almanya’dan böyle zarfların içinde özel şeyler yollarlardı. Erotik, pornografik şeyler. Bir tane olduğu için aralarında paylaşamazdı o büyükler. Benim de yeteneğimi keşfettiler, ben de bir tanesinden gizli gizli baktım çizdim, o erotik resmi. Birisi gördü, “Bunu sen mi çizdin?” diye sordu. Evet dedim, “Bana da çizer misin?” dedi. Ben orta birinci sınıftayım, o ise lise birde. Çizerim ama bana bir gazoz-simit ısmarlayacaksın, dedim. Tamam ama beş tane çizeceksin, dedi. Arkadaşından ödünç aldı onu. O sayede hem resimlere bakıyoruz, hem de çiziyorum. O büyükler yakalanana kadar bir ay kantinde çizdim…
Çoğalttınız onları yani (gülüyor)…
Tabii. Her dördüncü tenefüste bir simitim ve gazozum gelirdi. E şımardım biraz da, yeter diyordum gazoz içe içe, bundan sonra kola istiyorum. Kola pahalı.
Yakalandılar bunlar en sonunda Allah’tan ismimi vermediler. Onlar yakalandı disiplin cezası aldı, okuldan uzaklaştırıldırlar. Ama benim çizdiğim resimler değil. Almanya’da bazılarının akrabaları çalışıyor; o fotoğraflar yakalandı. Ben de bundan disipline gitmediğim için derin bir oh çektim. Ortaokulda disiplin cezası almazdım. Başarılıydım, annem top oynamama izin versin diye taktirnamem vardı ve okul takımına çok küçük yaşta seçildim. O yüzden idare ederlerdi beni. Ben sınıf başkanını dövdüm. Onu okuldan bir hafta uzaklaştırdılar. Bana sataştığı için.
(Gülüyor) Suç dövdürtende demişler herhalde!
Müdür yardımcımız spor dersimize gelirdi. Ben futbol oynuyordum, o basket oynamamı istedi, baskete gelecek misin, diye sordu. Geleceğim hocam, dedim. Geleceğim deyince torpil geçti bana. Mümessile dedi ki niye çocukla uğraşıyorsun? Bir hafta onu uzaklaştırdılar okuldan. Yıllar sonra bir gün kapı çaldı, posta. Bir baktım o çocuk postacı olmuş. Senin sayende postacı oldum dedi. Niye dedim, okulu senin sayende terk ettim başka yerde okudum, dedi.