Bugün yaşadığımız dünya, insanoğlunu farklı iki katmanın yüzeyinde yaşamaya zorlamakta. Biri dokunabildiğimiz, duyabildiğimiz, soluduğumuz kendimiz olduğumuz gerçek dünya; diğeri ekranların ardında, ışık hızında akan ve bir illüzyon yaratan sanal dünya. Aralarındaki sınır, neredeyse silinmiş durumda. Artık duygularımız bile dijital bir yankı bulmadan var olamıyor; Herhangi bir an paylaşılmadığında eksik sayılıyor ve/ya da eksik hissettiriliyor, etkilemek istediği kitleleri, başta kendisi yeniden yaratmak amaçlı gerçekliği yadsıyor.
Gerçek ile sanal arasındaki bu içiçelik, bir tür ‘yansıma ekonomisi’ yaratıyor: Biz gerçeği yaşarken, onun sanal kopyası bizi temsil ediyor; bazen o kopya, gerçeğin kendisinden daha kalıcı hale geliyor. Bir fotoğraf, bir cümle, bir profil yaşanandan çok daha güçlü bir iz bırakabiliyor. Tabii ki gelişen teknolojiyle neredeyse herkesin avuçlarında bulunan sosyal medyanın bunda payı çok.
Fakat dikkatli baktığımızda yine de bu iki dünya birbirinin düşmanı değil. Sanal alan, insanın hayal gücünü genişletirken, gerçek dünya onun köklerini hatırlatıyor. Sorun, hangisinin merkezde olduğunu unutmakta başlıyor. Eğer sanal dünya gerçeğin yerini alırsa, ‘yaşamak’ giderek bir ‘yansımayı izlemeye’ dönüşürken sanalı; gerçeği anlamak ve paylaşmak için kullanabilirsek, o zaman iki dünya birbirini tamamlayabilir.
Bu ikizleşmenin ve ayrışmanın en çarpıcı örneklerinden birini Naomi Klein kendi yaşam deneyimlerinin son yıllardaki etkisiyle 2023’te kaleme aldığı ‘Doppelganger: A Trip into the Mirror World’ adlı kitabında açık biçimde anlatıyor. Kitap çok kişisel olsa da, kosmo kaotik dünyanın ve alaşağı olmuş değerlerin yeniden değerlendirilmesine ve yaşam algısına odaklanıyor.
Naomi Klein (d.1970, Montreal, Kanada), çağdaş dönemin en etkili yazar, gazeteci ve aktivistlerinden biri. Ekonomi politikaları, küreselleşme, çevre krizleri ve kurumsal kapitalizm üzerine yaptığı eleştirilerle tanınır. Toronto Üniversitesi’nde eğitim gören Klein, 1999’da yayımlanan ‘No Logo’ adlı kitabıyla dünya çapında ün kazandı; bu eser çokuluslu şirketlerin kültürel ve ekonomik hegemonyasını sert biçimde eleştirir.
2007’de yayımlanan ‘The Shock Doctrine’ (Şok Doktrini) adlı kitabında, krizlerin ve felaketlerin neoliberal politikaları dayatmak için nasıl kullanıldığını inceledi. Sonraki yıllarda ‘This Changes Everything’ ve ‘On Fire’ gibi kitaplarıyla iklim adaleti mücadelesine odaklandı.
Naomi Klein aynı zamanda sosyal adalet, iklim değişikliğiyle mücadele ve ekonomik eşitlik konularında aktif bir konuşmacı ve araştırmacı. Eserleri, dünyada alternatif bir ekonomi ve daha adil bir gelecek arayışının güçlü metinleri arasında sayılır.
İki güçlü kadın Naomi Klein ve Naomi Wolf
Bir diğer Naomi (Naomi Wolf) ile aralarında oluşan metafizik bağı (Doppelganger adlı kitabında bu ayrışmayı) açık biçimde ele aldı. Wolf’un, bir zamanlar paylaştığı eleştirel duyarlılıktan giderek ‘ayna dünyasına’ yani gerçeklikle bağlantısı zayıflamış, komplocu bir karşıt kamusal alana kayışını sosyal platformlarda sıkça karıştırılan kimlikleri üzerinden kendi kimliğiyle karşılaştırdı.

Naomi Wolf
Naomi Klein ve Naomi Wolf, 1990’ların sonunda ve 2000’lerin başında kamusal entelektüel alanın iki güçlü kadın figürü olarak öne çıktılar. Her ikisi de küresel kapitalizmin, medyanın ve iktidarın biçimlendirdiği toplumsal düzeni sorgulayan, feminist bir duyarlılıkla yazan yazarlardı. Wolf, 1991’de yayımladığı ‘The Beauty Myth’ (Güzellik Miti) kitabıyla sektörün modern biçimlerini tartışmaya açarken; Klein, ‘No Logo’ (1999) ile markalaşma kültürünün birey üzerindeki tahakkümünü eleştirdi. Bu açıdan bakıldığında, ikisi de sistemin görünmez baskılarını ifşa eden aynı kuşak seslerdi.
Zamanla yolları düşünsel olarak ayrıldı. Naomi Klein, araştırmacı gazeteciliğe ve kolektif mücadele biçimlerine yönelerek yapısal analizlere derinleşti; iklim adaleti, ekonomik sömürü ve neoliberalizmin eleştirisi onun ana hatlarda çalışmaları oldu. Naomi Wolf ise özellikle 2010’lardan sonra bireysel özgürlük, beden politikaları ve daha sonra pandemi sürecinde komplo teorilerine yaklaşan söylemleriyle kamuoyunda tartışmalı bir figüre dönüştü.
Yanlış bilginin nasıl işlediğine dair derin bir sorgulama
Klein, 2023’te yayımladığı ‘Doppelganger: A Trip into the Mirror World’ adlı kitabında bu ayrışmayı açık biçimde ele aldı. Wolf’un, bir zamanlar paylaştığı eleştirel duyarlılıktan giderek ‘ayna dünyasına’ yani gerçeklikle bağlantısı zayıflamış, komplocu bir karşıt kamusal alana kayışını kendi kimliğiyle karşılaştırdı. Bu kitap gerek içerik gerek otobiyografik olarak Wolf’a bir yanıt değil, aynı zamanda günümüz dijital çağında kimliğin, yanlış bilginin ve yankı odalarının nasıl işlediğine dair derin bir sorgulamaydı.
Kısacası Naomi Klein ve Naomi Wolf arasındaki ilişki, iki benzer başlangıç noktasından doğup giderek zıt yönlere evrilen entelektüel bir hikâyedir: Biri eleştiriyi yapısal akılla derinleştirirken, diğeri kişisel özgürlük ve sezgi temelli bir hatta ilerleyip kamusal güvenilirliğini tartışmalı hâle getirmiştir.
Klein’ın bu ayrışmayı bir kişisel hesaplaşmadan çok, çağımızın epistemolojik krizi olarak okumayı önerir.
‘Doppelganger: A Trip into the Mirror World’ kitabında ağırlıklı olarak şu kavramları ele alır:
Klein’ın kitabının merkezinde, ‘Ayna Dünyası (Mirror World)’ adını verdiği bir kavram yer alır. Bu, sosyal medyanın ve kutuplaşmış siyasetin yarattığı, gerçek dünyanın çarpıtılmış bir yansımasıdır. Bu ‘ayna dünya’da yanlış bilgi, komplo teorileri ve kimlik karışıklıkları gerçeğin yerini alır. Klein, bu olguyu Naomi Wolf’un dönüşümü üzerinden somutlaştırır: bir zamanlar müttefik gördüğü Wolf’un, pandemiden sonra bu yansımış dünyaya kayışı tercihini benzerlikleri ile bir tür toplumsal hastalık olarak yorumlar.
Kitap, Klein’ın kendi adıyla sıkça karıştırılan Naomi Wolf’la yaşadığı kimlik karmaşasından yola çıkar. Bu ‘ikizlik’ hali, yalnızca kişisel bir karışıklık değil; dijital çağda benliğin parçalanması, yanlış temsil ve ‘algı kimliği’nin gerçek kimliğin önüne geçmesi üzerine bir alegoridir. Bu metafor, dijital çağın kimlik krizini çağrıştırır.
Klein, internetin ve sosyal medyanın ‘gerçek’ ile ‘görünürlük’ arasındaki farkı silikleştirdiğini söyler. Bilgi akışı hızlandıkça, yanlış bilgiyle manipülasyon da kolaylaşır. Bu süreçte ‘ayna dünyası’ bir alternatif gerçeklik inşa eder ve bireyler, hangi dünyada yaşadıklarını ayırt edemez hâle gelir. Bunun sonucu olarak savaşlar barış, barışlar savaş olarak algılanır ve politik otorite kendi söylemini bir toplumsal mutabakat algısıyla sunar.
Kitabın sonunda Klein, çözüm olarak kolektif empatiyi ve yeniden ortak bir ‘gerçeklik zemini’ kurmayı önerir. Ona göre, çıkış yolu komplo teorilerini küçümsemek değil; o dünyaya sürüklenen insanların kaygılarını, korkularını anlamaktan geçer.
Naomi Klein, 1970 yılında Kanada’nın Montreal kentinde Yahudi bir ailede doğdu. Ailesi, özellikle politik olarak etkin bir geçmişe sahiptir. Annesi Sherr Klein, feminist bir belgeselci, babası Michael Klein ise Amerika’dan Vietnam Savaşı’na karşı çıkarak Kanada’ya göç etmiş bir doktor ve aktivisttir. Bu nedenle Klein, hem Yahudi kimliğini hem de politik muhalefet geleneğini çocukluğundan itibaren iç içe yaşamıştır.
Klein, ailesi Holokost’tan doğrudan etkilenmemiş olsa da, Yahudi diasporasının travmatik belleğinin çocukluk atmosferinde hissedildiğini söyler. Bu bellek, onun adalet, kimlik ve zulüm kavramlarına karşı duyarlılığını beslemiştir. Bir röportajında “Holokost’u öğrenirken asıl sarsıcı olan, kötülüğün sıradan insanlar tarafından da yapılabileceğini anlamaktı” der.
Klein, İsrail Devleti’nin Filistinlilere yönelik politikalarını eleştiren Yahudi entelektüeller arasında yer alır. Bu tavrı, kimi çevrelerde tartışma yaratmıştır. 2009’da The Nation dergisinde yayımlanan bir yazısında, “İsrail’in güvenliği adına sürdürülen işgal politikaları, Yahudiliğin etik temellerine zarar veriyor” diyerek, Yahudi kimliği ile politik sorumluluk arasındaki farkı vurgulamıştır.
Klein, gençliğinde Yahudi kimliğini çok öne çıkarmadığını, hatta bazen ‘evrenselci bir solcu’ olarak bu kimliği arka planda tuttuğunu itiraf eder. Ancak ilerleyen yıllarda, özellikle küresel krizler ve antisemitizmin yeniden yükselişi karşısında, “Yahudi olmanın etik sorumluluklarını yeniden düşünmeye başladım” der. Bu, onun yazılarında ‘empati ve tarihsel farkındalık’ temalarına daha fazla yer vermesi ile güçlenmesine yol açmıştır.
Doppelganger’da Klein, Yahudiliği hem bir kimlik hem de ‘ayna dünyasında’ çarpıtılan bir sembolik kavram olarak ele alır. Özellikle antisemit komplo teorilerinin çevrimiçi dünyada nasıl yayıldığını ve bunun ‘Yahudi karşıtı mitlerle’ birleştirilerek nasıl yeni bir paranoya biçimi yaratılabildiğini inceler. Bu noktada kendi kimliğini, yanlış temsilin ve ötekileştirmenin hem hedefi hem de tanığı olarak konumlandırır.