Festival izlenimlerimi mümkün olduğunca kronolojik sırada aktarmaya çalıştığımdan bu yazımda bir yerli ile bir uluslararası oyun yer alıyor.
‘Fora’
Ödüllü romancı Hikmet Hükümenoğlu’nun ilk oyunu ‘Fora’, Luz Creative yapımı olarak ilk kez 29. İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyirci karşısına çıktı.
Fora’yı Mert Öner yönetmiş, dekor tasarımını Burak Etöz, ışık tasarımını Yasin Gültepe, müzik tasarımını Arkadaş Deniz Koşar üstlenmiş. Yardımcı yönetmenler Şakir Güler ve Aybar Taştekin.
Hükümenoğlu 2005’te giriştiği yazarlık serüveninde sekiz roman ve bir öykü kitabı yazmış, ‘Körburun’ ile Atilla İlhan, ‘Harika Bir Hayat’ ile Yunus Nadi Roman Ödüllerini kazanmış, tutkulu bir okuyucu kitlesi edinmiş. Kitaplarındaki, fantastiğe göz kırpan gerçeküstücü tonlama aslında biraz yanıltıcı. Hükümenoğlu’nun yapıtları bizimkine müthiş benzeyen ancak bazı ufak tefek farklılıkları olan paralel evrenlerde geçer ve evrenimizde sürreel olarak algıladığımız kimi ayrıntılar bu paralel evrenlerde tamamen gerçektirler. Tüm eserlerinin ortak paydasıysa, karakterlerinin hisleri, davranışları erdemleri ve kusurlarıyla derinlemesine irdelenmesidir. Günümüzde, bizim evrenimizde, tek mekânda ve -küçük bir “es” haricinde- gerçek zamanda geçen Fora’nın bütün kişileri romanlarındaki gibi, yaşıyormuşçasına gerçek ve inandırıcıdırlar.
Fora, dört kişilik bir grubun şık bir İtalyan restoranında yemeğe gelmesiyle başlıyor. Konuşmalar geliştikçe karşımızdakinin tipik bir üst orta sınıf burjuva ailesi olduğu anlaşılıyo. Şık, bakımlı ve çekici Emel (Şenay Gürler) kontrolcü bir eş ve oğluna aşırı düşkün dominant bir anne, suskun Cevdet (Şerif Erol), eşinin aşırı şımarttığı oğluyla yabancılaşmış baskıcı bir babadır. Babasının para kazandıracak doğru dürüst bir işi olmadığı için hor gördüğü Cem (Kubilay Aka) kendini bulmaya, bir biçimde hayata tutunmaya çalışmaktadır. Taparcasına sevdiği oğluna hiçbir kadını layık görmeyen Emel’in ilk görüşte nefret ettiği, ancak politik bir sahtekârlıkla yakınlık gösterdiği dördüncü kişi ise Cem’in kız arkadaşı Banu’dur (Şükran Ovalı). Emel’le yıllardır görüşmeyen kızları Cemre (Aslı İnandık) çıkagelince masada içten içe oluşmakta olan gerilim iyice artmaya başlıyor.
“Tiyatronun matematiği ve ritmi romanınkinden çok farklı, ne mutlu ki öyle” diye düşünen
Hükümenoğlu, aile bağlarını, kuşak çatışmasını ve bireylerin kendilerini bulma çabasını aktarmaya çalıştığı oyunu romanlarında pek denemediği mizahî ve dokunaklı bir dille ele alıyor. Benzersiz bir inandırıcılıkla yarattığı son derece klişe olabilecek kişilerine anlayışla, yargılamaksızın, neredeyse sevecenlikle yaklaşarak bu klişeleşmiş tipleri, yaşayan gerçek kişilere dönüştürüyor.
Mert Öner, büyük olayların yaşanmadığı oyunu tempoyu hiç düşürmeden, izleyicinin merakını hep ayakta tutarak başarıyla yönetiyor. Karakterleri sık sık fondaki parçalı aynalara
bakarak kendilerini tanımaya, kim olduklarını anlamaya çalışıyorlar ama aynalarda sadece benliklerinin kırılmış ve çarpıtılmış yansımalarını görüyorlar. Yaşananlarla düşünülenler arasındaki dualite / ikilik sahnelemenin omurgasını oluşturuyor. İkilik Banu’nun hamileliğinin gerçek olup olmadığı ya da çocuğunu güvenilmez bir babayla birlikte mi yoksa bekâr bir anne olarak mı büyüteceği sorunsalında da görülüyor. Yapay şirin garsonla, hayat kurtarıcı olması gerekirken ölüme takmış ambulans görevlisi rollerini aynı oyuncuya (Eray Karadeniz) oynatarak ikilik bir kez daha açığa çıkarılıyor. Bunu belirgin kılmak amacıyla Öner yazarla birlikte metne, kimi karakterin, yaşadıklarına tepkilerini açıklayan birer düşünce sesi ekliyor.
Farklı kuşaklardan oyuncuların ekip olarak uyumları çok başarılı. Kişilerine karikatürize etmeden, etkileyici bir insan sıcaklığıyla yaklaşan ebeveynlerden Şerif Erol benzersiz oyunculuğu ve beden diliyle Cevdet’in söyleyemediklerine anlam katıyor; Şenay Gürler ise komediyi antik tragedya kahramanı Phaedra’ya göz kırparak zenginleştiriyor. Kubilay Aka ile Aslı İnandık, güvenli görünümlerinin gizlediği yaraları ustalıkla hissettiriyorlar. Annesi ölmüş, babası yeniden evlenip gitmiş, hem aile arayışında hem aile kurma arzusunda Banu yorumuyla Şükran Ovalı zorun altından kalkıyor. Metin, sahneleme ve oyunculuk açısından Fora başarılı, izlenmesi şart bir çalışma.
23 Kasım CKM, 2 Aralık DasDas ve sezonda İstanbul sahnelerinde.

‘Bovary’
Ataerkil sistem kimseye fayda sağlamıyor, bağnaz eril ve dişil tanımlar, erkekleri de esir alıyor. Toplumun kadınlara bakışı günümüzde bile âdil değil. Bu bağlamda Flaman Kraliyet Tiyatrosu’nun (KVS) yayımlanmasından 1,5 yüzyılı aşkın bir süre sonra Fransız Gustave Flaubert ilk romanı ‘Madame Bovary’yi sahneye serbest bir uyarlama olarak taşıması çok doğru bir karar.
Madame Bovary 1856’da yayımladığında edebiyat sahnesinde bomba etkisi yaratmış, bir doktorun aldatan karısının intihara sürüklenişi bağnaz Fransız toplumuna saldırı sayılmış, dava konusu olmuştu. Beraat ile sonuçlanan çalkantılı mahkeme süreci eserin başarısını engelleyememiş, roman benzersiz bir okuyucu kitlesi edinmişti. Konuyu özetleyelim:
Babasının doktoru Charles Bovary ile evlenen genç Emma Rouault için evlilik romantik hayallere açılan bir kapıdır ama, sıkıcı gündelik hayat çok geçmeden bunaltıcı gelmeye başlar. Hayalini kurduğu toplumsal ilişkilerden uzak kasvetli kocasının tekdüze hayatından ve yalnızlığın sessiz acısından kurtulmak için Emma, ilgi, sevgililer, varoluşun boşluğunu dolduracak bir dizi geçici ilişki yaşar. Giderek içinden çıkılmaz bir batağa doğru yol alınca da arsenik içerek intihar eder.
Jane Eyre, Anna Karenina, Nora ve Mrs. Dalloway gibi kadın mücadelesine mal olmuş ikonik karakterleri ustalıkla çağdaş tiyatroyla buluşturmuş Katalan kadın yönetmen Carme Portaceli ile, KVS’nin genel sanat yönetmenliğini üstlenen Michael De Cock, ‘Mrs. Dalloway’den sonra yeniden bir araya gelerek izleyiciyi ‘Bovary’de bu trajik kahramanın motivasyonlarını yeniden değerlendirmeye davet ediyor. De Cock’un yazdığı, dramaturgisini
Gerardo Salinas’ın yaptığı, Portaceli’nin yönettiği uyarlamada Emma Bovary, hayalperest bir trajedi kahramanı değil, 21. yüzyılın feminist sesi olarak yorumlanıyor.
Emma’nın gizli ilişkilerini bir kenara bırakıp özellikle Charles’la ilişkisini merceğe alan Bovary’de genç kadın talihsiz bir kurban değil, bir asi, felaket dolu kaderinin küstah mimarı bir aktivisttir. Sarsılmaz bir kararlılıkla sıradanlığa meydan okuyor ve aşkı deneyimlemek, gerçek benliğini özgürlükle bulabilmek amacıyla, ideal hayata bitmek bilmeyen bir arzunun peşinden amansızca koşuyor. Emma bu arzuyu eyleme dönüştürüyor, hiç gerçekçi olmasalar da sadece hayallerinin peşinden koşuyor, seçimleri onu mahvolmaya götürse bile kendisine dayatılan imajı yok etmeyi seçiyor.
De Cock-Portacelli ikilisi ‘Bovary’yi dorukta, oyunun başından beri izleyiciyle interaktif ilişki kuran Maaike Neuville’in müthiş başarılı Emma’sının olağanüstü can çekişmesiyle bitirmiyor, “Yeniden düşünülmesi gereken kadınlık değil, erkekliktir” diyerek, karısının ardından Doktor Bovary’nin (Koen De Sutter) göreceli ilgisizliğinin ve aymazlığının altında yatan, her anlamda kendinden üstün gördüğü, taparcasına sevdiği Emma’ya tutkusunu anlattığı etkileyici bir monologla sonlandırıyor.
Emma’nın kadın özgürlüğünün bir ikonu olarak yeniden konumlandırıldığı bu yorumda, Marie Szersnovicz’in oyun başlar başlamaz sol köşeye mezar toprağını oturttuğu minimalist dekor ve kostümleri, Harry Cole’un ışık ve Charo Calvo’nun ses tasarımları iki güçlü oyuncunun taşıdığı gerilimli atmosferi katılaştırıyor. Hikâye geçmişe yerleştirilmiyor, karakterler askıda duran bir zamansızlıkta salınıyor.
Bildik sandığımız bir hikâyeyi tersyüz ederek karşımıza çıkaran bu son derece inandırıcı ve olağanüstü başarılı yorum, De Cock ile Portacelli’nin Madame Bovary’yi çok doğru okuduklarını, hatta Gustave Flaubert’in bile böyle bir Emma hayal etmiş olabileceğini düşündürüyor. Her halükârda eminim ki izlemiş olsaydı ayakta alkışlardı.