29. İstanbul Tiyatro Festivali'ne bakış - 'Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri'

Bu yazıda festivalde prömiyer yapmış, sezon boyunca sahnelenecek iki yerli oyunla ilgili izlenimlerimi aktarıyorum.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
12 Kasım 2025 Çarşamba

Eddy Bellegueule 1992’de Fransa’nın kuzeyindeki Hallencourt’da dar gelirli bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğmuş. Babasının sırtına düşen bir yük, omurgasını kırıp yatalak duruma getirdiğinde aile, devletin verdiği düşük ötesi yardımla, arada yaşlılara bakan annenin eline geçen az bir parayla geçinmeye çalışmış. Eddy, 2011’de Paris’te, Fransa’nın üst düzey yüksek eğitim kurumlarından École Normale Supérieure ve École des Hautes Etudes en Sciences Sociales’a kabul edilmiş, 2013’te ismini Édouard Louis olarak değiştirmiş.

İşçi sınıfına mensup bir ailede eşcinsel bir çocuk olarak işsizlik, alkolizm, ırkçılık ve homofobi ile iç içe büyüyen Louis, yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı otobiyografik romanlarda ötekileştirme, sömürü, cinsiyetçilik, ekonomik bunalım, nefret suçu, ayrımcılık gibi temaları işlemiş. İlk romanı ‘En Finir Avec Eddy Bellegueule / Eddy Bellegueule’ü Başından Atmak’ (2014), ailesinin ve kişisel kökeninin sosyal geçmişine odaklanmış. İkincisi ‘Histoire de la Violence / Şiddetin Tarihi’nde (2016) bir Noel akşamı maruz kaldığı cinsel saldırı üzerinden şiddetin kökenlerini ve nedenlerini analiz etmiş. Qui a tué mon père / Babamı Kim Öldürdü’ (2018), geçirdiği iş kazası sonucunda yatalak kalmış, sürekli acı çeken babasıyla çelişkili ilişkisini ele almış. Dördüncü romanı Combats et métamorphoses d’une femme / Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde (2024), bu kez annesine odaklanarak, bir kadının ev içi kölelikten bireysel özgürlüğe uzanan dönüşümünün üzerinden, yoksulluk, sefalet, evinde şiddetle yaşamak, kadın olmak, özgürleşmek temalarını cesurca sorgulamış.

‘Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nde annesinin, henüz selfi icat olmamışken fotoğraf makinesiyle kendini çektiği, mutlu, cilveli, özgür bir genç kadın olduğu görülen fotoğrafından yola çıkan Édouard Louis, “Ben doğmadan önce özgür -ve mutlu- olduğunu unutmuş muydum?” diye sorarak başlatıyor anlatısını. Monique Bellegueule, hayalleri olan, ancak yaşamın kapısı birden üzerlerine kapatıldığında tutsak edilen kadınlardandır. Yirmilerinin başında, nefret ettiği alkolik bir kocanın şiddet krizlerine maruz, iki çocuklu, işi, ehliyeti, hiçbir maddi güvencesi olmayan, hiçbir yere gidemeyen bir kadındır. Çocuklarının hatırı için birkaç yıl katlanabildikten sonra ayrılıyor ve bir süre sonra Édouard’ın babasıyla evleniyor.

Üç çocuk daha doğuran genç kadının bitmez tükenmez ev işlerinin tutsağı ve kölesine dönüşmesiyle, güzel başlayan ilişkinin giderek tadı kaçıyor. Bu evliliği 20 yıl sürdüren Monique 45 yaşına vardığında isyan bayrağını çekiyor, arzuladığı gibi yaşamayı seçerek hayatını yeniden kurmaya karar veriyor; özgürlüğe doğru sessiz ama kararlı bir yolculuğa çıkarak kendini bir kadın olarak yeniden keşfediyor…

Hâlen beşinci sezonunu sürdüren ve büyük olasılıkla bu yeni oyunla birlikte sahnelenmeye devam edecek ‘Babamı Kim Öldürdü?’ romanını uyarlayan ve yöneten Kemal Aydoğan, yoksulluk ve sınıfsal şiddetle örülü bu kuşaklararası yeni hesaplaşma serüvenine yine Onur Ünsal ile çıkıyor. ‘Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’nin dekor tasarımını Bengi Günay, kostüm tasarımını pcfg, ışık tasarımını İrfan Varlı, Visual Art’ı Ecem Dilan Köse üstlenmiş. Muhteşem afişini İlknur Alparslan tasarlamış.

Uyarlayan ve yöneten Aydoğan’ın usta işi sahnelemesiyle roman olarak yazılmış her iki metin de, heyecanla izlenen, tempoları hiç düşmeyen dört dörtlük birer tiyatro yapıtına dönüşmüş. Tabii ki bu başarıya Onur Ünsal’ın dur durak bilmeyen iki saatlik nefes kesici performansının büyük katkısı var.

Aydoğan-Ünsal ikilisinin radikal ve son derece doğru kararı, aynen özgün metinde olduğu gibi, bu kadın hikâyesini kadının değil, annesinin deneyimlediği yaşamı anlamaya, onun gözünden görmeye çalışan oğlunun aktarması.

Onur Ünsal’ın yorumu kusursuz, üstüne üstlük profesyonelleri aratmayacak düzeyde iyi şarkıcı. Sahnede otuzlu yaşlarının başında, annesini çocukluğundan günümüze hatırlayabildiği kadarıyla anlatmayı deneyen bir genç adam var. Annesinin çiçekli eteğini giyerek ya da finalde görünür şekilde ona dönüşerek annesi olmaya değil, annesini özümsemeye, onu bünyesinde hissetmeye, anlamaya çalışıyor. Oyunun büyük bölümünde ağır işçi olarak, gönüllü işmiş gibi algılanan, ne maaşı, ne belirli çalışma saatleri olan, adı ev işi olsa da fiilen emek sömürüsü olan o bitmez tükenmez koşuşturmayı durmaksızın sürdürüyor. 

20 yıl kadar önce,‘Eğreti Gelin’i izledikten sonra Atıf Yılmaz’a “Nereden buldun bu çocuğu” demiş, sevgili abimiz gözünün içi gülerek “Ben giderayak göremeyeceğim ama sizler onun büyük oyuncu olduğunu göreceksiniz” diye cevap vermişti. ‘Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’ni izlerken o son görüşmemizden birkaç ay sonra vefat eden Yılmaz’ı anımsadım ve “haklıymışsın abi” dedim, “gerçekten de Onur büyük oyuncu oldu.”

Çok başarılı bir metnin usta işi uyarlanarak sahnelenmesi bir yana, Onur Ünsal’ı izlemek için gidilmesi şart. 26, 27, 28 Kasım, 26, 27, 28 Aralık ve sezon boyunca Moda Sahnesinde. Seyretmediyseniz ‘Babamı Kim Öldürdü’yü de mutlaka izleyin derim.

 ‘Aşağıdaki Pencere’

“Ya biri birden kestik derse ve her şey biterse? Daha da kötüsü ya demezse?’’

Festivalde prömiyer yapan bir diğer yerli oyun da Temsili Sahne yapımı ‘Aşağıdaki Pencere’.

Endişeyle dolu hayatlarımıza iğneleyici bir bakış sunan bu oyunu, ‘N’olcak Bu Yusuf Umut’un Hâi’ ve ‘Herkes Kocama Benziyor’dan tanıyıp sevdiğimiz Alis Çalışkan yazmış. Dekor, kostüm ve kukla tasarımını Hilal Polat, ışık tasarımını Utku Kara, müzik-ses tasarımını Nadir Kaya, video tasarım ve kurgusunu Atakan Yılmaz ve Ece Latifaoğlu yapmış. Oyunu, 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nin özel projelerinden ‘Büyük Zarifi Apartmanı’nın yönetmeni İlyas Özçakır sahneye koymuş.

‘Aşağıdaki Pencere’ bir yazar ile yarattığı kadın karakter arasındaki gerilimin hikâyesi. Genç, kadın tiyatro yazarı Ferda, yazdığı metnin sahnelenebilmesi amacıyla oyunu ve oyunun ana karakteri Feza’yı değiştirmeye karar verir. Ancak Feza, yazarının sansürcü tutumunun karşısında duracak ve yaradılışına özgü cin fikirleriyle hikâyenin seyrini umulmadık şekilde değiştirecektir. Sıradan bir bodrum katındaki mücadelede Ferda giderek Feza’ya dönüşür. Bu arada sandıkları gibi yalnız olmadıkları ortaya çıkar…

Kendilerini yeniye, denenmemiş olana ve bilinmeyene açan gençlerden oluşan Sarı Sandalye artık rüştünü ispat etmiş, bağımsız tiyatromuzun ön saflarında yerini almış bir topluluk. İlyas Özçakır ile oyuncusu Gül Doğa Selvi, ‘Aşağıdaki Pencere’ yorumunda içinden geldikleri Sarı Sandalye’nin beklenmedik, yenilikçi, heyecan verici ruhunu koruyorlar.

Alis Çalışkan’ın başarılı metnini sahneye aktarırken Özçakır bu tek kişilik oyunu geleneksel tiyatro öğelerimizi ustalıkla güncelleştiren çok modern bir meddah gösterisi olarak sahneliyor. İki el kuklasının bir tür Karagöz – Hacivat diyaloguyla başlayan oyunda kukla ve gölge tiyatrosu öğeleri müthiş yaratıcı biçimde katılıyorlar. Gül Doğa Selvi hem çağcıl bir ‘hayalî’ gibi kuklalar ve gölgelerle haşır neşir oluyor hem de Ferda ile Feza’yı ustalıkla ayrıştırıyor.

Yaratıcı ile yaratısının ilişkisini derinlemesine irdeleyen sağlam bir modern metni, gelenekseli ustaca çağcıllaştırarak aktaran, çok da iyi oynanmış bir çalışma. Kaçırmayın derim. 21 Kasım DasDas Sahne, 26 Kasım İBB Habitat Sahne, 11 ve 26 Aralık Pax Sahne, 20 Aralık

Claphall ve sezonda İstanbul sahnelerinde…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün