Küratörlüğünü Mehmet Birkiye´nin yaptığı 29. İKSV Tiyatro Festivali´nin, ilk haftasında izlediğim, ayakta çığlık çığlığa alkışlanmış iki olağanüstü uluslararası yapımdan söz edeceğim.
Scapino Ballet Rotterdam
‘Katedral, Arvo Pärt’le Bir Akşam’
İstanbul Tiyatro Festivali açılışını Hollanda’nın köklü dans topluluklarından Scapino Ballet Rotterdam’ın sunduğu ‘Katedral, Arvo Pärt’le Bir Akşam’ adlı yapımla yaptı.
Bu olağanüstü dans tiyatrosu gösterisini bu yıl 90. yaşını kutlayan Estonyalı besteci Arvo Pärt’ın Sinfonia Rotterdam tarafından kaydedilmiş müzikleri eşlik etti.
‘Katedral’i koreografisini Lorena Nogal ile birlikte yapan Marcos Morau yönetiyor; dekor ve kostüm tasarımını Silvia Delagneau, ışık tasarımını Mårten Axelsson, video tasarımını Justin Bekker üstlenmiş. Dramaturji asistanı Carmina S. Beldak.
Fotoğraf ve video sanatını, dansı, tiyatroyu ve modayı harmanlayarak sahne sanatlarının sınırlarını zorlayan, göz alıcı koreografileriyle dansa yeni bir soluk getiren 1982 Valencia doğumlu Marcos Morau, günümüz dans sahnesinin en özgün üreticilerinden biri ve İspanya’da Ulusal Dans Ödülü’nü almış en genç sanatçı.
Büyüleyici performansı Katedral ile izleyiciyi 70 dakika boyunca sahnede var ettiği retro-fütürist evrende gezdiren Morau, bu yıl 80. yaşını kutlayan Scapino Ballet Rotterdam’ın on iki dansçısı ve Arvo Pärt’in yalın ve minimalist müziğiyle zamansız ve mekânsız bir rüya evreni yaratıyor.
Yaşam giderek dijital teknolojilerin hâkimiyetine girmiş, bireyselleşme birlikte yaşama arzusunu çoktandır yok etmiş, insan olmanın ne anlama geldiği temel bir soru olmaktan çıkmış… Peki, kaçınılmaz gibi görünen manevi çöküşümüzü durduracak şey başımıza gelecek kozmik bir felaket midir? Tek kurtuluş şansımız, dünyaya çarparak yaşamın bilindik seyrini aniden değiştirecek bir göktaşı olabilir mi? Katedral’de, tıpkı 66 milyon yıl önce dünyayı karanlığa gömen o göktaşı gibi bir çarpışma sonrasında, yeni nesil bir insanlık doğum sancıları çekiyor, ışık ve hareket, mekâna yeniden anlam kazandırıyor. Arvo Pärt nasıl mistik besteleriyle müziğe ve insana bakışımızı dönüştürdüyse, Morau da insanı huzura, içsel bir farkındalığa kavuşturacak yeni bir bedensel devinim, bedenlerden inşa edilmiş sığınılacak yeni bir katedral arayışına çıkıyor.
Anlatının başlangıcında sahnenin merkezine yerleştirilmiş, geleceğin habercisi ya da insanın dünyayla kurduğu ilişkinin simgesi gibi duran stilize bir göktaşı var. Endişeli şekilde göğsünde bebek tutan bir kadın, yarı telefon kulübesi, yarı izolasyon odası tekerlekli bir kutunun içinde kaydırılarak taşın önünden geçiriliyor. Hangisinin daha rahatsız edici olduğunu söylemek zor: bir tür hücreye kilitlenmiş olması mı, yoksa bakıcılarının üstünde borular ve göz yerine kameralar bulunan süslü başlıkları mı? Kadın götürüldükten sonra, erkek dansçı sahnenin ortasında duran, fosil mi, göktaşı mı olduğu belli olmayan o gizemli kayayı incelemeye başlıyor. Devinimleri onu kayadaki bir açıklığa başı önde daldırıyor ve aşağıda başka bir adamın bedeni beliriyor. İkisi birbirinin öteki kişiliği olarak dans ederken, başlarında büyük, şeffaf baloncuklar olan iki kozmonot kayaya uzandıklarında bir insan bebeği beliriyor. Bir dış ses, duygusuz, ürkütücü derecede kopuk bir şekilde Felemenkçe bir şeyler anlatıyor. Bu dış ses gösteriye anlam olarak katkıda bulunmasa da, yaratılan gerçeküstü rüya alemine farklı bir boyut katıyor. Upuzun bir masanın arkasına dizilen mekanik düzende hareket eden dansçıların bedenleri, bazen bir makinenin parçaları gibi uyumlu, bazen de bireysel bir duygunun dışavurumu gibi kırılgan; devinimlerinin kusursuz uyumu büyüleyici.
Morau'nun sadece bir dans tekniği olarak değil, her türlü organik hareketten kaçınılması gereken bir ‘zihin hâli’ olarak geliştirdiği koreografik anlatımında, bedenlerin her bir parçası kendi başına bir etken hâline geliyor ve her vücut parçası, diğerinin ne yaptığını bilmiyormuş izlenimi vererek dansa doğal olmayan bir yapaylık kazandırıyor. Bozuk oyuncaklar gibi bir sarsak hareketten bir diğerine geçen on iki dansçı, insan yaşamının olmadığı bir dünyada sıkışıp kalmış, arızalı androidlere benziyorlar. Kim bilir belki de kaya insanlığı gerçekten yok etmiştir; dansçılar insan olduklarını zanneden ve insanmış gibi davranmaya çalışan androidlerdir ve pilleri bitene kadar amaçsızca bir amaç aramaya devam edeceklerdir.
“Katedral” benzerine rastlamadığımız, hem soyut hem somut, hem gerçeküstücü hem gerçekçi, ayrıksı, usta işi, müthiş etkileyici ve heyecan verici bir gösteri oldu.
Baró d'evel
‘Biz Kimiz / Qui som?’

‘Qui som? /Biz kimiz?’ Fransız-Katalan topluluk Baro d’evel bu sorunun peşine düşerek dansçılarını, müzisyenlerini, oyuncularını, akrobatlarını, seramikçilerini ve clown’larını, ekolojik bir ritüelde sahnede bir araya getiriyor. Soruya şiir, sirk ve hareket dilleriyle, bir mizah anlayışı, akrobasi ve seramikle cevap veriyor.
Biz canlı varlıklarız, hassasız, şüphe duymadan düşünüyoruz, son derece sosyaliz, ritüeller icat etme ve grup oluşturma ihtiyacıyla yönlendiriliyoruz. Felaketin izleriyle çevrili bir dünyada, yıkıntıların arasında yeni bir hikâye uyduracağımıza, bambaşka bir kurgu yaratacağımıza nasıl inanırız. Baro d’evel topluluğunun kurucuları Fransız Camille Decourtye ve Katalan Blaï Mateu Trias, bu soruya “Ancak kendimizi bir seremoniye, bir büyülenme ânına teslim ederek” yanıtını veriyor. Yaratım sürecinde ekip, kille çalışmış, renkle denemeler yapmış, dekor ve kostümlerde plastiği dönüştürmüş; doğa yürüyüşlerine çıkmış, at sürüleriyle karşılaşmış, üzüm hasadına katılmış, seramik pişirme ateşlerinin etrafında kutlamalar yapmış; Şaman figürüyle ilişkiler üzerine clown atölyeleri düzenlemiş. Bütün bu deneyimleri bir dans tiyatrosu gösterisine dönüştürerek soluk kesici, nefes nefese bir ritimle sahneye taşıdı.
Felaketin sakarlık etrafında dönen bir metafor olarak simgelendiği gösteri bir şeylerin kırılmasıyla başlıyor. Uzun boylu bir adam bir sahneyi süsleyen seramik vazoların birini deviriyor ve parçalanan çömleğe ait molozları saklamaya çalışıyor. Sonra herkes devrilmeye başlıyor, önce fark edilmeden, sonra giderek daha fazla, ayaklar süte benzeyen kaygan bir zeminde kayıyor, bacaklar panikliyor, kollar çırpınıyor, düşüyor, tekrar kalkıyor. Güzel siyah kostümler kirli beyazla lekeleniyor, yaşananların şiddeti, malzemeye, bedenlere, çığlıklara yansıyor ama, herkes her zaman ayağa kalkıp diğerlerine tutunuyor. Teknik ustalığın sembolleri olan çanak çömlekler giderek, sanatçıları kör eden maskelere dönüşüyor. Uyumla kaos, umutla karamsarlık, rüyayla gerçeklik arasında gidip gelmeler baş döndürücü bir hızla birbirini izliyor. En çelişkili duygular iç içe geçiyor, aynı yoğunlukta birleşiyor… Burlesk, yol gösterici bir mantık işlevi görüyor ve gösteri, yer ile gökyüzü arasında gidip geliyor. Ağırlıksızlık ve aşırılık hükmediyor, yüksekliklere meydan okuyor, şaka gibi düşmelere neden oluyor.
Sahnede tüm sanat dallarını buluşturma hedefiyle yola çıkan Baro d’evel, bütüncül sanat yapıtları üretmek için farklı disiplinlerden sanatçı ve zanaatkârlarla çalışıyor. Sanatsal riskler almaktan çekinmeyen topluluk, metinlerini titizlikle yazıyor; ancak her ân doğaçlamaya açık, özgür bırakılmış yapılarla katmanlı bir dramaturji kuruyor.
Anlatılması güç izlenmesi müthiş heyecan verici gösteri bittiğinde bile bitmiyor. İzleyicilerin coşkulu alkışlarının ardından, inanılmaz güzellikte, etkileyici ve dokunaklı bir monolog başlıyor. Bu monoloğun sonlarına doğru her biri bir müzik aletiyle bütün ekip sahneye teker teker gelerek konuşmacıya alçak sesle eşlik etmeye başlıyor. Monolog bittiğinde, sanatçılar salona iniyor ve oluşturdukları fanfar, tüm izleyicileri peşine takarak üst kattaki avluya götürüyor. Direnmemiz için bizi teşvik eden sanatçıları takip ettiğimizde coşkuları bize de bulaşıyor; onlarla beraber hiçbir şeyin imkânsız olmadığına mutluluğa ulaşılabilmenin mümkün olduğuna inanıyoruz; inanmak istiyoruz.
Qui som? bir üçlemenin ilk bölümüymüş. Umuyorum ki diğer ikisini de İstanbul’a getirirler de o geceki coşkuyu yeniden yaşama fırsatımız olur.