Yaşam ve yaşlanma üzerine Dr. Asım Şengör ile söyleşi Yaşamın ne olduğuyla ilgili merakıyla kendini bilime adamış Dr. Asım Şengör, biyoloji üzerine yurtdışında doktora sonrası çalışmalarının ardından 2023´te memlekete dönerek İTÜ ARI Teknokent´te sağlık ve ziraat girişimcilerine eğitim veren bir sosyal ağ kurdu. YouTube´da ´Bilim Ekstra´ ve ´Teke Tek Bilim´ programlarında yaşam, yaşlanma ve genom konularını izleyicilere aktaran ve Şalom için de bilim yazıları kaleme alan Dr. Şengör ile sınırlı bir dinleyici grubuna açık bir söyleşi gerçekleştirdik. Yaşamın tanımından yapay zekânın geleceğine, yaşlanmanın biyolojik kökenlerinden uzun yaşam (longevity) tartışmalarına kadar pek çok konuyu konuştuk. Şimdi bu değerli sohbeti daha geniş bir okuyucu kitlesiyle buluşturmanın zamanı geldi.
Madem en başta yaşamın ne olduğu konusundaki merakın seni bilim yapmaya itmiş biz de yaşamın tanımıyla başlayalım istiyorum. Yaşamın yeni bir tanımı var. Bu öyle bir tanım ki sadece dünyadaki yaşamı değil evrendeki yaşamı tarif eden bir tanımlama. İsmi lyfe ama y ile yazılıyor. Bilim neden yaşamı yeniden tanımlama ihtiyacı duydu, nedir lyfe?
Covid zamanında çıkan bu ‘lyfe’ tanımı hala herkes tarafından kabul edilmiş değil. Yaşamı hala keşfediş sürecinde olduğumuz ve herkes yaşama farklı perspektiflerden baktığı için yaşamın temel özellikleri üzerinde tam anlaşamıyoruz. Klasik tanımlarda, öncelikle bir bilgi sistemi olan, bilgiyi kullanan bir sistem olsun deniyor. İkincisi, kendisinin sürekliliğini sağlayabilen bir sistem olsun isteniyor. Bunu biraz açalım. Biz entropisi olan bir kâinat içinde yaşıyoruz, yani her şeyin dağıldığı, parçalandığı, olduğu gibi durmasının genel akışa ters olduğu bir yapı içindeyiz. Bir yaşam formu karmaşıklaştıkça, sağlam kalması gereken parçaları arttığı için istatistiki olarak sağlam kalabilme kabiliyeti de azalıyor. Bu yüzden sistem şöyle bir çare bulmuş: kendini basit bir noktadan tekrar kopyala, yeniden başla, başka bir deyişle üre. Yaşamın bu unsuru ister istemez içinde yaşlanma olgusunu da barındırıyor. Üçüncü özellik ise yaşamın ortama uyum sağlaması gerektiğinden evrimleşebilmesi çünkü ortam sürekli değişiyor. Bunun itici gücü de demin bahsettiğim entropi kanunu. Lyfe’ı tanımlayanlar diyor ki, biz şu ana kadar kendimizden (life) yola çıkarak yaşamı karbon temelli tanımlıyoruz. Ama bir çatı kavram kuralım, aklımıza gelmeyen elementlerde de yaşam tanımlanabilsin. Bir harf oyunu ile yeni tanımı y harfi ile yazmışlar. Bu tanımlama tutarsa akılda kalıcı olsun diye. Lyfe yaşam için şu fonksiyonları öne sürüyor: bilgi işleyecek, homeostat yapacak yani bozulsa da kendisini toparlayarak başlangıç noktasına geri gelebilecek ve çoğalacak.
Senin tanımın ne yaşam için?
Bence yaşamı tek kurallı bir sisteme indirgeyebiliriz; fiziksel dünyadan soyut bir dünya yaratıp bu soyut dünya ile fiziksel dünyayı yönlendirebilen her şeye ben yaşam derim. Filozof Carl Popper’ın ‘üç dünya’ diye çok ilginç bir tanımı bana ilham oldu. Birinci dünya fiziksel dünya, kaya, masa, vücudum gibi. İkinci dünya bu fiziksel unsurlardaki süreçler, zaman aktıkça nüfusun artması, masanın aşınması gibi. Üçüncü dünya sadece fikirlerin olduğu ve tamamen bağımsız olan bir dünya, herkesin kafasında bir kahve bardağının değişik materyalden ya da şekillerde olabilmesi durumu gibi. Benim yaşam tanımım bu üç dünya ile birebir uyuşuyor. Vücudum var, doğup büyüyorum ve sinir sistemimde oluşturabildiğim daha komplike ilginç kavramlar kaydedebiliyorum ve bununla fiziksel dünyayı etkileyebiliyorum. Örnek vermek gerekirse bir şeye seviniyorum, vücudumu arabaya koyuyorum, yol alırken atmosfere egzoz salıyorum. Soyut dünya fiziksel dünyaya etki etmiş oluyor. Yaşamın özü bu. Dinlerin ruh kavramını ortaya çıkarış noktası da bu. Ama bilim DNA’yı çözdüğünden beri soyut dünyanın nasıl ortaya çıktığı oturmuş oldu.
Soyut fikirlere sahip olmak yalnızca insanlara has değil mi ya diğer canlılar?
Soyut fikirleri üretebilenin yalnızca beyin olduğunu düşünmeyin. Bitkiler de hayvanlar da genomları sayesinde sürekli hayatta kalabilmek için bir teori oluşturtuyor (soyut). Örneğin, şu tehlike gelirse ben bu geni aktive eder şekeri daha çok kullanırım, şu gelirse başka enerji kaynaklarına geçerim, şu noktada bölünmeye başlarım gibi. Bunların hepsi aslında DNA’nın içinde bir teori. Davranışlar çok çeşitli ama düzenli bir şekilde işliyor, şans eseri değil. Bayağı bir determinizm var. Tabi, içinde tesadüfilik de var ama bu yaratıcılığa vesile oluyor. Yaratıcılık, olanın dışında bir şey yapmaktır, yeni kombinasyonlar yaratmaktır. Bir hata yaptığınızda bu yaratıcılığı getiriyor. Biyolojinin en önemli kaynağı hatadır. Sonra bu davranış varyasyonları kalıcı olabiliyor. Hayvanda, bitkide, amipte, tek hücreli bakteride de hepsi kendi seviyelerinde bu teorileri en ilkel DNA seviyesinde kullanabildikleri için onlarda da böyle bir soyut dünya var diyebiliriz. Bizde sinir sistemi ile beyin olduğu için kendimizi çok üstün görüyoruz ama soyutu hepimiz aynı şekilde işliyoruz. O yüzden mesela ben bir hücrenin kalbinin kırıldığını düşünüyorum.
Kalbi kırılan hücre mi, bunu açabilir misin?
Doktoram sırasında çalıştığım tek hücreli mayalarla bir deney yapıldı. Nasıl bizde sperm ve yumurta varsa mayalar da iki değişik genetik sette olabiliyor. Farklı cinsiyette olabiliyorlar yani. Biz insanlar nasıl birbirimizle koklaşa koklaşa yakınlaşıyoruz, flört ediyoruz diyelim, onlarda da benzeri durum var. Yalnızca mayalar birbirine doğru hareket edemiyor. Bunun yerine birbirlerine doğru uzama yoluyla yaklaşıyorlar. Bir noktaya kadar uzayabiliyorlar. Başarısız bir çiftleşme girişimi olduğu zaman maya sevgilisine küsüp diyor ki, ‘Ben kendi kendime bölüneyim, kendi klonlarımı yaratayım, başka türlü çoğalamayacağım.’ Laboratuvarda bu mayalara, koku molekülleri vererek karşı cins gelmiş sinyali verip onları kandırabiliyoruz. Zavallı maya, ortada karşı cins olmadığı için sonuçsuz kalan bir uzama sonrası, bana eyvallah deyip, kendini karşı cinse tamamen kapatıyor. Bunun biyokimyasal mekanizması var ve bir hafıza olarak mayada kalıyor. Bir daha önüne karşı cins gelse bile artık onunla üremeye çalışmıyor. Bildiğiniz kırık kalp... Kabaca en basitinden en komplikesine, özünde hiçbir canlı çok da farklı değil.
Bu yeni yaşam tanımına göre bir gün ya da bugün, yapay zekayı bir yaşam formu olarak görmek mümkün mü?
Kesinlikle. Beyni çıkardım yerine yapay zeka koydum. Biz bugün yapay zekaya hükmediyoruz çünkü onun içinde olduğu fiziksel dünyaya hükmedebiliyoruz. Yapay zekanın kendini yeniden üretebildiği o fabrikalar olacağı zaman artık bizden bağımsız bir şekilde giderler. Yalnızca enerji sorunları var. Silikon bazlı hayatın en büyük problemi bu. Karbon bazlı yaşam bunu çözdü mesela. Az enerjiyle çok fazla iş yapabiliyoruz. Beynimiz birçok yönden geri kalıyor gibi görünse de çok çalışmaktan beynimiz yandı desek de yanmıyor işte. Isımız değişmiyor. Öte yandan aşırı derecede çalışan bilgisayarlar ısınmaktan dokunulmaz hale geliyor. Kısaca hala avantajlı durumdayız.
Yaşamdan yaşlanmaya geçelim. Yaşlanma dedik mi akla ilk yüzümüzdeki kırışıklıklar geliyor, ama yaşlanma aslında tam olarak nerden başlıyor?
Yaşlanmanın kaçınılmaz olarak başladığı ilk olay hücrelerin kendi aralarındaki iletişimi. Yaşlanma bizim doğum-bebek-çocuk-yetişkine doğru gelişimimizin bir parçası çünkü adım adım öğrenerek bir işi yapmaya doğru uzmanlaşıyoruz. İlk yumurta ile sperm birleşip zigot olduğunda, o zigottan bütün hücre tiplerinin çıktığı aşikar, öyle bir adaptasyon mekanizması var. Sonra mesela deri hücresi olana kadar o gelişim ilerliyor ve o deri hücresi artık kendi işi dışında hiçbir şey yapamaz oluyor. Yaşlanma böyle bir şey. Bir fonksiyonun aşırı derecede mükemmelleştirilmesi ama ondan artık geriye dönüş olamayacağı için işe yaramadığı zamanda onun feda edilmesi. Yani hücrede yaşlanma ilk öğrenme anında başlıyor. O yüzden hücrelerin içinde bir hafıza bileşeni de var. Fazla bilgi depolamadan kaynaklanan bir durum var. En sonunda sistem çok gelişip çok bilgi biriktirdiğinde üstüne şans eseri varyasyonları da ekleyince kendi içinde çelişkili bir hale gelen sistem çöküyor. O yüzden evrim belirli kabiliyetleri oluşturup onu popülasyonda bir süre tutar ama bir noktadan sonra ondan kurtulmak ve yeni bilgiye yer açmak ister. Yaşlanma, evrime bu avantajı sağlar.
İnsanların ölmesi ve yeni gelen insanlara gezegende yer açılması gibi mi?
Hayır, yaşlanma sadece yeni nesillere yer açmak için değil; eğer öyle olsaydı evrim bizi sürekli üremeye teşvik etmezdi. Belli bir sayıya ulaşınca üremeyi keser ölümsüz olarak yaşardık. Dünya sürekli değişiyor ve evrim, bu değişime ayak uydurmak için genlerimizi yeni nesillere aktarmayı önceliklendiriyor. Gençken vücudumuz sağlam, çünkü ürememiz lazım, evrim bu döneme yatırım yapıyor. Ama çocuk doğurup onlara bakacak kadar yaşadıktan sonra evrimsel baskı ortadan kalkıyor. Vücudumuzu sonsuza dek mükemmel tutmak yerine, evrim biraz tembel davranıp kolay yolu seçiyor: Yeni nesillerle sıfırdan başlamak. Neden? Çünkü zamanla vücudumuz o kadar karmaşık hale geliyor ki, her şeyi tamir etmek imkânsıza yakın. Mesela, hücrelerimiz hasar biriktiriyor—eklemler aşınıyor, organlar yoruluyor—ve bu tamir işi yaşla birlikte yavaşlıyor. Bu yüzden hastalıklar artıyor. Sistem mükemmel değil tabii; çocuklarda bile mutasyonlar, mikroplar yüzünden hastalıklar oluyor. Evrim, 120 yıl yaşamamızı canlılığı sürdürmek için gerekli görmüyor. Eski bireyleri toparlamaktansa, yeni nesillere geçmek daha emin bir yol. Ortalama ömrü belki 100’e, 120’ye çıkarabiliriz ama yaşlanmadan aynı vücutta hayatta kalmayı keşfedebilmek bana olası gelmiyor.
Peki hayatta kalma içgüdümüz neden var?
Ölümden korkmamız boşuna değil; bu, evrimin bize verdiği bir hediye, bir tür adaptasyon. Gençken bu içgüdü, tehlikelerden kaçmamızı, ürememizi, genlerimizi aktarmamızı sağlıyor. Ama sistem mükemmel değil, demiştim. Dünya durmadan değişiyor—iklim, hastalıklar, her şey... Değişen dünyaya uyum sağlamanın evrimsel çözümü yeni nesillerle sıfırdan başlamak.
Longevity akımı kapsamında zinde ve uzun yaşamak için David Sinclair ya da bizim ülkemizde de çeşitli isimler reçeteler veriyor. Sen bu isimlerin iddialarına nasıl yaklaşıyorsun? Bilimsel geliyor mu?
Buna çok daha büyük resimden bakarak cevap vermek istiyorum. Bilim merak edilenlere tatmin edici cevaplar verebildikçe dinin yeri azalmaya başlıyor. Deizm, ateizm, agnostiklik ya da Budizm’e kayış ve tek Tanrılı dinlerden kayma başlıyor. Bilimin getirdiği aydınlanma bizi sarsıyor. Birçok insan açılan bu boşluğu doldurmak istiyor. Pseudo bilim işin içine giriyor. Neymiş, 2030’u görürseniz ölümsüzlüğü yakalarmışsınız. Bunu, Orta Çağ’da Katoliklerin cennetten parayla yer satmasına benzetiyorum. Sizi kurtarıyor. David Sinclair araştırma kariyerine çok iyi başlamış bir isim. Mayalardaki yaşlanma faktörünü keşfetmiş Harvardlı bir profesör. Fakat sonra bir şeyler kopmuş. Söylemi şöyle: “Yaşlanmak bir hastalıktır. Biz diğer hastalıkları çözdüğümüz gibi bundan da kurtulacağız.” Ben buna katılmıyorum. Ben yaşlanmanın yaşamın vazgeçilmez bir parçası olduğunu düşünüyorum. Sinclair’in bu teorisi çok popülerleşti ama bir noktada fazla ümit verici, yerden ayakları kesici, hayal dolu bir hal aldı. Sonra bunun şubeleri oluşuverdi. Tabi Türkiye şubeleri de oldu. Hayal tacirliğine dönüştü diyebiliriz. Kabaca sadece bir ilaç bulabildik. Yaşamı bir tık uzatan bu ilacın adı Rapamisin. Aslında toprak bakterisinden izole edilmiş mantarların büyümesini engelleyen bir moleküldü. Onunla deneyler yapılırken yaşlanma mekanizmasına etki ettiği görüldü. Bu hap farelerde yaşamı yüzde 10 uzattı. Elimizde sadece bir ilaç varken bu kadar iddialı ortaya çıkmak boş laf. Ama bilim son 50 yılda, ortalama 30-40 olan ömrü 70-80’lere taşıyarak yüzde yüz bir gelişme sağladı ve bu, asıl alkışı hak eden başarı.
Peki nasıl genç kalacağız?
Evet, vücudumuz yaşlanacak, eklemlerimiz aşınacak—biyoloji bu. Egzersiz, sağlıklı beslenme ve stresten uzak durmak, biyolojinin bize verdiği süreyi uzatır. Ama yaşama sevincinizi korursanız, 80’inizde bile dünyayı keşfetmeye devam edersiniz asıl uzun yaşarsınız. Longevity tacirleri size haplar satar, ama gerçek gençlik zihindedir. Merakınızı körükleyin, dünyayı öğrenmeye devam edin.