Bir Çocuğun Kırmızı Elbisesi: Simha Darsa ile 6-7 Eylül üzerine…

Tarih bazen ders kitaplarında, kronolojik tablolar içinde, kuru rakamlarla anlatılır. 6-7 Eylül 1955 gecesi ise Türkiye´nin hafızasında öyle bir yara açtı ki, rakamların ötesine geçmeden o gecenin ağırlığını anlamak imkânsızdır. Binlerce dükkân, yüzlerce ev, onlarca kilise tahrip edildi. Ama asıl yıkım, insanların güven duygusunda, komşuluk ilişkilerinde ve aidiyet hissinde yaşandı.

Su DARSA Zaman Makinesi
10 Eylül 2025 Çarşamba

Tarihin Çatlak Aynası

6-7 Eylül’de yaşanan olayların en sarsıcı yönlerinden biri, sıradan hayatların bir anda altüst oluşudur. İstanbul’un çok kültürlü yapısında, komşularıyla yan yana yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi aileler, bir gecede evlerinin önünden geçen kalabalığın nefret dolu bağırışlarıyla sarsıldı.

O gece yalnızca dokuz yaşında olan Simha Darsa, bugün yetmişlerini geçmiş bir kadın. O çocukluk hafızası, yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ taptaze. Onun kırmızı elbisesinden yapılan bayrak, hem korunma çabasının hem de bir dönemin ironisinin simgesi olarak zihninde duruyor.

Biz de babaannem Simha Darsa ile, o geceye dair anılarını, duygularını ve sonrasında yaşananları konuştuk. Röportaj ilerledikçe, bireysel hafıza ile toplumsal tarih arasında gidip geldik; aralara dönemin gazete manşetlerini, tarihçilerin yorumlarını ve olayın sosyolojik sonuçlarını da kattık.

6-7 Eylül olaylarını nasıl tanımlarsınız? O dönemde yaşadığınız duyguları anlatabilir misiniz?

“Valla o zaman ben dokuz yaşındaydım ve yazlıktan inmiştik. Yazlıktan indiğimizde Atatürk’ün evi bombalandı diye Ekspres gazetesi ikinci baskı çıkarmıştı. Gazete satıyorlardı, biz de eve vardık. O gece ellerinde sopalarla bütün Rumların evlerini, dükkânlarını yağmaladılar. Mesela Rum bir bakkal vardı, ertesi sabah baktık onun şeker çuvallarını, pirinçlerini, kuru fasulyelerini sokağa dökmüşler. Beyoğlu’ndaki güzelim mağazaların vitrinleri kırılmış, ürünler sokaklara saçılmıştı. Çok kötü bir durumdu. Bizim bir komşumuz vardı, bütün apartmanlarda Rum oldukları için bizi içeri aldılar. Necla ile Gülten diye komşularımız vardı, çocukluğumdan beri beraberdik onlarla. O gün benim üstümde kırmızı bir elbise vardı. O elbiseden bayrak yaptılar, pencereye astılar.”

Bir çocuğun kırmızı elbisesinin bayrak yapılması, belki de 6-7 Eylül’ün en sembolik sahnelerinden biridir. O gece binlerce aile, evlerini korumak için camlarına bayrak astı. Bayrak, saldırgan kalabalığa “biz sizdeniz” mesajı veriyordu. Simha’nın elbisesi çocukluğun masumiyetinden koparılıp bir güvenlik aracına dönüştü.

Tarihçiler olayların çıkış noktasını, Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve atılan bombaya bağlar. Haberin ertesi günü İstanbul’da yayılan ikinci baskılar, halkın galeyana gelmesine yol açtı. Yıllar sonra ortaya çıkacaktı: Bu bombayı atan aslında bir Rum değil Selanik’te çalışan bir Türk vatandaşıydı. Ama o gece için bu ayrıntının hiçbir önemi yoktu; kalabalık çoktan sokağa dökülmüştü.

Olay sırasında ailesi ya da yakınları zarar gören, etkilenen var mıydı?

“Herkes çok korkmuştu. Biz de çok korkmuştuk. Acayip bir kalabalık geçiyordu ellerinde sopalarla. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Zaten Rumların yüzde sekseni ülkeyi terk etti.”

Ellerinde sopalarla sokaklardan geçen kalabalık, sadece fiziksel bir tehdit değil, aynı zamanda bir psikolojik baskıydı. Azınlıkların zihninde “güvende değiliz” mesajını kazıdı. İlginçtir ki devlet aynı anda sokağa çıkma yasağı ilan etti ama saldırıların önünü kesmedi. Yasak, saldırıya uğrayanların evden çıkmasını engelledi, saldırganların değil.

Bu olayların sizin ve aileniz için anlamı nedir?

“Benim için ürkütücü bir olaydı. Çünkü bir balon haberden ortalığı velveleye verdiler. Sonradan anlaşıldı ki öyle bir şey olmamış. Babam o gece eve gelemedi. Biz çok korktuk, acaba babamın başına ne geldi sokaklarda… Yani, bir haber sebebiyle bu kadar büyük bir facianın yaşanması akıl alacak iş değil.”

O geceyi tetikleyen, bir haberdi. “Atatürk’ün evi bombalandı” manşeti, binlerce insanı galeyana getirdi. Medyanın kitleleri yönlendirme gücü, belki de tarihte en çıplak hâliyle 6-7 Eylül’de görüldü. Çocuk Simha için mesele diplomatik gerilim değil, babasının eve dönemeyişi ve evin önünde bekleyen kalabalıktı. Ama bu bireysel korku, aslında medyanın manipülasyonunun yarattığı toplumsal bir sonuçtu.

Bu olaylar, Türk Yahudi Toplumunun geniş topluma olan bakışını değiştirdi mi?

“Yok, çünkü bizi tanıyan bilenlerin çoğu korumaya aldı.”

Burada işaret edilen çelişkiyi görmek aslında zor değil. Bir yanda saldırıya uğrayan azınlıklar, diğer yanda onları korumaya çalışan komşular. Kimi evlerin kapıları taşlanırken, kimilerinin önünde komşular nöbet tuttu. Bu ikili durum, 6-7 Eylül’ün en karmaşık boyutunu oluşturur: Toplumsal nefretle bireysel dostlukların yan yana varlığı.

Olaylar sonrasında toplumsal güven duygusunu nasıl yeniden inşa ettiniz?

“Mesela bir dükkânın yanında bir apartman varsa, eğer o dükkânın sahibi sevilen biriyse, ‘o bizim tanıdıktır’ diye koruyan çok vatandaş oldu. Yani birebir ilişkiler sayesinde biraz güven duygusu yeniden oluştu. Ama kolay değildi.”

Toplumsal güven, kırık bir aynaya benzer. Bir kez çatladı mı, parçaları toplamak uzun yıllar alır. Simha’nın anlatısı, güvenin devletten değil, komşuluktan geldiğini gösteriyor. Ama güvenin böylesine kişisel ilişkilere indirgenmesi, aslında toplumsal yapının kırılganlığını da ortaya koyuyor.

1950’li yılların Türkiye’si Demokrat Parti’nin iktidarı altındaydı. Ekonomik sorunlar, Kıbrıs meselesi, dış politika baskıları hükümeti zor durumda bırakıyordu. Halkın dikkatini dağıtmak, milli bir birlik havası yaratmak için milliyetçi duygular körüklendi.

Kıbrıs meselesi, özellikle Yunanistan’la ilişkileri gerdi. Atatürk’ün evine atılan bomba haberi, bu gerginliğin üzerine benzin döktü. İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskı yaptı; “Atamızın evi bombalandı” manşeti binlerce kopya hâlinde şehre yayıldı. Kitleler hızla galeyana getirildi.

6-7 Eylül gecesi 5.000’den fazla dükkân yağmalandı. 73 kilise yakıldı. 11 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Resmî rakamların çok daha düşük gösterildiğini tarihçiler uzun yıllardır tartışıyor.

Bu durum azınlıkların belleğinde bir travmadır. Türk Yahudi toplumu, doğrudan hedef alınmasa da, bu olaylardan derinden etkilendi. “Bizi tanıyanlar korudu” cümlesi aslında şu anlama geliyor: Güvenlik bir hak değil, kişisel ilişkilere bağlı bir ayrıcalıktı.

Rumların ve Ermenilerin göçü hızlanırken, Yahudi toplumunda da belirsizlik duygusu derinleşti. “Biz burada kalıcı mıyız?” sorusu kuşaklar boyu yenilendi.

Olaylar yalnızca Türkiye içinde değil, dünyada da geniş yankı buldu. Yunanistan ve İngiltere sert açıklamalar yaptı. Batı basını İstanbul’daki pogromu manşetlerine taşıdı. Türkiye’nin “demokratik imajı” ciddi zarar gördü. Bu diplomatik sonuçlar, Demokrat Parti iktidarının zaten sarsılan prestijini daha da zayıflattı.

Aradan 70 yıl geçti. İstanbul hâlâ çok kültürlü bir şehir, ama 6-7 Eylül’ün yarattığı göçlerle artık eskisi gibi değil. Rum nüfusu neredeyse yok denecek kadar azaldı. Ermeni ve Yahudi toplulukları ise küçüldü.

Simha Darsa’nın tanıklığı, yalnızca bir çocuğun anısı değil, bir toplumun kaybolan çeşitliliğinin de belgesi. Onun kırmızı elbisesi, bugün hâlâ bir simge: Bir çocuğun masumiyeti, bir toplumun kırılganlığı ve tarihin acımasızlığı.

6-7 Eylül gecesi, tarihin çatlak aynasında derin bir kırılma olarak duruyor. Simha Darsa’nın anlattıkları bize şunu hatırlatıyor: Tarih yalnızca devletlerin değil, çocukların, annelerin, babaların da hikâyesidir. Ve bazen bir kırmızı elbise, bütün bir dönemi anlatmaya yeter.

 

Bugün geriye dönüp bakıldığında, 6-7 Eylül’ün yalnızca bir “anlık öfke patlaması” olmadığını, bilinçli bir şekilde yönlendirilmiş, organize edilmiş bir şiddet dalgası olduğunu görmek mümkündür. Dönemin güvenlik güçlerinin pasif tutumu, hatta yer yer saldırganları teşvik edici tavırları, olayların spontane değil, belli bir planın parçası olduğunu düşündürüyor.

Birçok tanık, evlerin ve dükkânların yağmalanmasında kullanılan listelerin önceden hazırlanmış olduğuna dikkat çeker. Bu listeler, hangi dükkânın kime ait olduğunu, hangi evde hangi ailenin yaşadığını gösteriyordu. Yani saldırganlar rastgele değil, hedeflerini bilerek ilerliyordu. Bu, azınlıkların o dönem nasıl “fişlendiğinin” de açık bir kanıtıydı.

Travmanın bir başka boyutu, komşuluk ilişkilerinin çöküşüdür. O güne kadar yan yana yaşayan, aynı sokakta bayramlaşan, çocuklarını aynı okula gönderen insanlar bir gecede düşman ilan edildi. Bazı komşular kapılarını açıp sakladı; bazıları ise kalabalığın önünde sessizce seyretti. Bu ikili tavır, azınlıkların hafızasında hep yer etti: Kim gerçekten dosttu, kim ise yalnızca şartlar uygun olduğu sürece yakın duruyordu?

Simha Darsa’nın hikâyesi bu noktada önem kazanıyor. Onun kırmızı elbisesi, yalnızca bir çocukluk anısı değil; aslında kaybolan güvenin, paramparça olan aidiyet duygusunun simgesidir. Çünkü çocuklar, olan biteni anlamaz ama hisseder. O gece sokaklardan yükselen bağırışlar, kırılan camların sesi, annesinin telaşı, babasının çaresizliği, tüm bunlar bir elbisenin hafızaya kazınmasına neden olur.

Bugün Türkiye’de 6-7 Eylül’ün hatırlanma biçimi de tartışmalıdır. Uzun yıllar bu olaylardan bahsetmek bile bir tabu olarak kaldı. Okul kitaplarında tek cümleyle geçiştirildi ya da hiç anlatılmadı. Ancak son yıllarda akademisyenler, gazeteciler ve tanıklar sayesinde daha açık konuşulmaya başlandı. Yine de, toplumsal hafızada hâlâ eksik parçalar var.

6-7 Eylül yalnızca bir azınlık meselesi değil, aslında demokrasi ve vatandaşlık kavramlarının da testiydi. Devlet, vatandaşlarını koruyamadığında —ya da korumak istemediğinde— toplumun en kırılgan kesimleri ilk hedef olur. Bu durum sadece 1955’in değil, birçok ülkenin tarihinin ortak bir gerçeğidir.

Bugün Simha Darsa’nın anlattıklarını dinlerken, aslında bir çocuğun gözünden kaybolan bir İstanbul’u görüyoruz. Çeşitliliğiyle, farklı dillerin ve inançların yan yana yaşadığı bir şehir yavaş yavaş silindi. Kırmızı elbise ise bize hatırlatıyor: Bir gecede kaybolan sadece mallar, dükkânlar, kiliseler değil; aynı zamanda güven, dostluk ve birlikte yaşama umuduydu.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün