Ruhumun Evi Atina ve bu arada Kral Çıplak!

Burcu SUNAR CANKURTARAN Perspektif
10 Eylül 2025 Çarşamba

Altı sene sonra ilk kez yurt dışı seyahatine çıktım. En son kızıma hamileyken Yunan adası Leros’a yaptığım seyahatten sonra, kızımın zorlu doğum süreci ve pandemi derken, pasaportumu yenilemeye bile gerek duymamıştım. Bu yaz kendimi çok sevdiğim Yunanistan’a atmak istedim. Bir cesaret, çocukla ilk büyük seyahatimizi yaptık. Yunanistan’ın her yeri güzel ama benim için vazgeçilmez olan, Atina. Planladığımız gibi, Atina’ya en yakın adalardan olan Aegina’da dört, Atina’da üç gün geçirdik. Türlü küçük aksiliklere rağmen - küçük ama hayat kalitesini bozan sağlık sorunları, pusetin önce tekerleğinin çıkması, sonra da tamamen kırılması, terliğimin kopması sebebiyle bir günü çıplak ayaklarla geçirmek zorunda kalmam gibi – yine tadı damağımızda kalan bir tatil yapmış olduk. 

Şimdi bu yazıda Yunanistan’ın ne kadar güzel olduğundan, denizinin berraklığından, yemeklerinin lezzetinden, hizmet kalitesinin yüksekliğinden, her şeye rağmen Türkiye’deki tatille fiyat olarak başa baş gelmesinden ya da daha ucuza mal olmasından bahsetmeyeceğim. Bunları pek çoğumuz deneyimledik ya da duyduk. Benim derdim başka.

Atina’ya kaç kez gittim bilmiyorum. Kendimi hep evimde hissettirdi bana. Her sokak benim, her taş benim tarihim, her insan dostum, her ses şarkım, her ağaç köküm, her deniz yurdum, her ev içim gibi hissettirdi hep. Ruhumun bu kadar rahat ettiği, içimdeki müziğin bu kadar sesli çaldığı bir yer olmadı hiç. Bakın gözlerim doldu işte, sadece düşünürken bile. Atina’dan ayrı kaldığım yıllarda içimde taşıdığım burukluk, bu ziyaretle geçer sandım, ama geçmeyi bırakın, tam tersi oldu. Burukluk, yerini hasrete, kedere, öfkeye ve hatta isyana bıraktı. Mutsuzum. Enikonu mutsuzum. Sanki ruhumu sakinleştirmek, delirmemek için gitmiştim; delirmekten başka çarem olmadığını görerek döndüm.

Güzel oyuncu, değerli konuklar, büyük hoca, sayın milletvekili, saygın doktor, başarılı gazeteci, kıymetli dost, vizyoner lider, sevgili bilmem kim, hepinizden kaçmak için, sizin bu tuhaf sıfatlarınızdan bunaldığım için sığındığım bir yer Atina. Tekneleriyle dünyayı dolaşıp, okyanus manzaralı evler alıp, birkaç kıtada yatırımlar yapıp, İstanbul’daki evinden ancak arabasıyla dışarı çıkan, sonra da “Valla dünyayı gezdim, en güzel ülke bizim vatanımız, Türkiye”, “En güzel şehir İstanbul” diyen aşırı zenginlerin ikiyüzlülüğünden kaçtığım yer. Yukarı kaldırılmaktan artık şakaklarla birleşecek hale gelmiş aynı kaşlardan, çekilmekten bademleşerek küçülmüş aynı gözlerden, çizgi şeklinde v yapan aynı çene kemiklerinden, aynı şişmiş yanaklardan, yastık gibi şişirilmiş aynı pofuduk dudaklardan gizlendiğim yer. Eskiden “güzelliğiyle baş döndüren oyuncu” lafından hiç şikâyet etmeyen ama “güzel oyuncunun aldığı kilolar dikkatlerden kaçmadı” lafına bozulan ünlülere maruz kalmak zorunda olmadığım yer. Kendini öven, “hayatım boyunca kimseyi incitmedim”, “kimsenin hakkını yemedim” diyen narsistlerden saklandığım yer. Kutsal annelerden, kutsal öğretmenlerden, kutsal doktorlardan, kutsal dinlerden, kutsal yönetimlerden, kutsal vazifelerden bıkkınlığımla teselli bulduğum yer. Yunanistan ve kalbi Atina, tepede ışıl ışıl parlayan Akropolis’iyle, muazzam tarihi, mitolojisi, düşünürleri, mimarisi, sanatı, bugünkü dünyayı ve medeniyeti kuran sayısız somut ve soyut dokunuşuyla, görkemli bir büyük anlatı. Fakat benim varlığımı saran, Yunanistan’ın bu büyük anlatının içinde küçük, sıradan şeylerin güzelliğini yaşamanın da lüksünü bilen şehirlerin, adaların, insanların diyarı olması. Büyük anlatılarla kendimizi kandırdığımız ancak giderek küçüldüğümüz ve hatta alçaldığımız bir toplumsal düzenden dışarı küçücük bir adım atarak, yanı başımızdaki aynadan kendi gözlerimizin içine – gözlerimizi kaçırmamayı becerebilirsek eğer- bakmamıza imkân veren bir hesaplaşma zemini.

Elbette toplumsal normlar hep vardır, hep de olacaktır; tıpkı normların normallerine karşı çıkanların da olacağı gibi. Birine apaçık olan diğerine kapalı, birine güzel olan diğerine çirkin, birine değerli olan diğerine anlamsız gelecektir. Diğer taraftan, en büyük kara hayvanı fil, en büyük deniz hayvanı balinadır; bu basit gerçeği, hakikat üzerine türlü felsefeyle zihin oyunlarına gerek kalmadan, ifade etmek zorundayız.

Atina’yı donatan çıplak heykellerden mi esinlendim acaba, birden “Kral çıplak!” diye bağırasım geldi! Aman tövbe diyeyim. Şu işe bakın ki, teşhirciliğin had safhada olduğu zamanımız, kutsal olduğu varsayılan şeylerin de yere göğe sığdırılamadığı bir dönem! Kutsal kutsal teşhir edelim her şeyimizi, ibadetimizi, paramızı, evimizi, soframızı, tatillerimizi, vücudumuzu, hayatımızı, like’larımızı, cehennemin dibine kadar giden yolu döşeyecek taşlara ihtiyacımız var ne de olsa.

Kendi kendimi daha çok öfkelendirmeden yazıyı bitirmem lazım. Aslında bu yazıyı döndükten sonra İstanbul’da değil, müthiş Akropolis ve Lycabettus manzarasına bakan muazzam terasta elimde şarabım, sessizlik içinde yazacaktım. Atina’ya ilişkin küçük notlarla süsleyecektim, birkaç mitolojik öykü anlatacaktım. Sonra gözlerimi kapayıp Akropolis’e karşı tüm insanlığın geçmişini bugüne bağlayan bir yolculuğa çıkacak, hepimiz için dua edecek, beni yıllar sonra tekrar buraya getiren Tanrı’ya teşekkür edecektim; tüm bu güzellikleri yarattığı, beni de bunları görme zevkine eriştirdiği için. Sonra açacaktım Yunan müziğini, yazdıkça ağlayacak, ağladıkça içecek, içtikçe yazacaktım.

Atina orada, gitmek bir uçağa bakıyor. Ama ben tam olarak neredeyim, biz neredeyiz, işte ondan pek emin değilim.

Kral çıplak diye soyunduk da, kış kapıda. Artık giyinsek mi diyorum?

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün