Hayattaki en büyük kavgaları çoğu zaman en yakınlarımızla yapıyoruz: ailemizle, dostlarımızla… Ve en çok da kendimizle.
Bazen düşünüyorum, kavga etmenin gerçekten ne anlamı var? Değer yargılarımıza doğrudan ters düşmediği sürece, bazı şeylerin üzerine gitmenin, haklı çıkma çabasının gerçekten bir anlamı var mı? Su nasıl yolunu buluyorsa, hayat da çoğu zaman kendi yolunu buluyor. Suya karşı koymaya çalıştığımızda nasıl bizi içine çekiyorsa, bıraktığımızda da bizi taşır. Hayata da direndiğimizde, onu kontrol etmeye çalıştığımızda yalnızca yoruluyoruz. Oysa bırakmanın vazgeçmek olmadığını, aksine bir özgürlük hali olduğunu fark ettiğimizde hayata güvenmeye başlıyoruz ve biz hayata güvendikçe, o da bizi ödüllendirmeye başlıyor.
Bu dengeyi – ya da zaman zaman dengesizliği – yazın sonlarına yaklaşırken daha fazla hissetmeye başladım. Tüm yıl boyunca beklediğimiz o hızlı, dışa dönük, enerjik, ateşli yaz ayları geldi ve neredeyse bitmek üzere. Garip bir şekilde, şimdiden bir sonraki tatil planlarını yapmaya başladık bile. Zihin hemen ileriye koşuyor, çünkü yazın yüksek enerjisini bırakmak, hızın ardından gelen yavaşlığın getirdiği boşluk hissiyle yüzleşmek zor geliyor. Biz de o boşluğu hemen doldurmak istiyoruz: yeni programlarla, hedeflerle, planlarla… Oysa o boşluk aslında bir geçiş alanı. “Evren boşlukları sevmez” denir ya, belki de asıl ihtiyaç, o boşlukta kalabilmeyi öğrenmek. Yeniye geçmeden önce, “neyi bırakmak istiyoruz, neye alan açmak istiyoruz?” diye durup düşünmeye zaman tanımak.
Belki de şimdi sormanın tam zamanı: Bu yaz bize ne kattı? Neler yaşadık, nelerden geçtik, neyi bıraktık, nelere alan açtık? Gerçekten ne istiyorum? Neye ihtiyacım var? İstediğim şeyler gerçekten benim isteklerim mi, yoksa toplumun benden bekledikleri mi? Beklentileri karşılayamazsam ne olur? (Hiçbir şey.)
Kendi adıma konuşmam gerekirse, bu yaz benim için alışılmışın dışında geçti. Bildiğim düzenin ötesinde, farklı bir yerde, bambaşka bir ritimdeydim. Yeni bir düzenin içinde kendime bir yer açmaya çalışırken düzensizliği daha da çok hissettim. Bir yandan her şey yolunda: sağlığım, huzurum, keyfim yerinde… Ama tüm bunlara rağmen içimde hep bir “daha iyisi olabilir” savaşı. Şükredecek bunca şey varken, yaşadıklarımızı yeterince sindirebiliyor muyuz?
Çoğu zaman “Ne yapmalıyım? Nasıl daha iyi olur?” sorularının peşinden koşarken, cevabını değiştiremeyeceğimiz şeylerle -ve bazen de bize beklediğimiz cevapları vermiyorlar diye en sevdiklerimizle- kavga ederken, sahip olduklarımızı unutabiliyoruz.
İşte teslimiyet tam da burada devreye giriyor. Planlamadan, müdahale etmeden geçen zamanın ne kadar değerli olduğunu fark ettiğimiz bir yer. Yazın hızlı ritmi yavaşlarken biz de yavaşlıyoruz.
Hayatla kavga etmeden, onunla birlikte akmayı öğrenmek zaman alıyor. Ama öğrendikçe hafifliyor insan. Her şey bu kadar hızlı akarken durmak cesaret istiyor. Sanki durursak her şeyi kaçıracağız ve bir daha yakalayamayacağız gibi. Ama ne kadar istesek de hayatın ritmi bizim içimizde. Geri kalmıyoruz, sadece kendi ritmimizi buluyoruz. Ve hayatı da kendi ritmimizle deneyimledikçe aslında her şeye vaktimiz olduğunu, hiç bir şeye geç kalmadığımızı görüyoruz.
Bir şeyleri hemen düzeltmeye ya da yeni hedefler koymaya çalışmadan, bir yerlere koşturmaya, birilerine yetişmeye çalışmadan... Bu yaz bize her ne öğrettiyse, yalın bir şekilde onunla kalmak. Çünkü belki de her şey, olması gerektiği gibi ve tam da zamanında oluyordur. Belki de tüm bu kavgamız, sadece eskiye ait bir hikâyeydi. Ve biz artık yeni bir hikâyeye hazırızdır.