•Osmanlı´dan beri devletimiz Musevilerin dostu hatta hamisi olmuştur. Çünkü devlet aklı bunu emretmiştir. Bir başka milletle dindaş veya soydaş olmak “devlet”in dış siyasetini veya askeri ittifakını belirlemede esas unsur değildir. İsrail kendini güvende hissetmeden ne bölgemiz ne de ülkemiz huzura kavuşamaz. TC, İran gibi Gazze´ye yardım için İsrail´e füze atmamalıdır. Aksine İsrail devletinin bekasını istediğini beyan ederek onları teskin etmelidir. Bu, Gazze ve Suriye halkalarına yapabileceğimiz en büyük hizmettir. “Terörsüz Türkiye” projesinin amacı yurtta sulhu sağlamaktır. Yurtta sulh, bölgede sulh sağlanmadan zor gerçekleşir. EGE CANSEN – www.sozcu.com.tr
HAMAS (İslami Direniş Hareketi), Filistin’in geleceği konusunda El Fetih (Filistin Kurtuluş Örgütü) ile anlaşmazlığa düştü. Kanlı çatışmalar sonrası Hamas, 2007’de Gazze’nin otonom yönetimini ele geçirdi. El Fetih,Batı Şeria’da kaldı. Petrol zengini Araplardan gelen paralarla Gazze’de hayat standardı yükseldi. Hamas da
hem ciddi şekilde silahlandı hem de işgale direnmek amacıyla yeraltında adeta bir şehir kurdu. Hamas askerleri bundan 680 gün önce, sınırı geçip bir İsrail kasabasını bastı. 1.200 kadar Yahudi’yi öldürüp, 250’sini de rehin aldı.
Zaten Hamas ile İsrail arasında düşük yoğunluklu bir savaş yıllardır sürüyordu. 2008, 2012, 2014’te de ciddi çatışmalar olmuştu. Ama bu seferki baskın bambaşkaydı. İsrail çıldırdı. Hatta vahşileşti. Gazze’de taş üzerinde taş bırakmama tehdidiyle rehineleri kurtarmaya karar verdi. Hamas,korkmadı. Bu topraklarda Yahudi kalmayacak anlamında “Filistin, Şeria ırmağından Akdeniz’e kadar özgür olacak” diyerek karşılık verdi. Hamas, İran ve uydularının (Şii Iraklılar, Şii Suriyeliler, Lübnan’daki Şii Hizbullah ve Yemen’deki Şii Husiler) desteğiyle İsrail’e direniriz dedi.Hâlâ da direniyor. Bundan önceki Arap-İsrail savaşları bir iki hafta içinde bitmişken bu savaş iki yıldır sürüyor. Bitmeyen savaş yüzünden Gazze’de yürek parçalayan bir insanlık faciası yaşanıyor. Hamas, çekilen bu acılar özgürlük uğruna ödenmesi gereken bedeldir; bu suretle İsrail’in ne kadar gaddar olduğunu dünya aleme gösterdik; savaşın moral galibi biziz diyor. Gerçekten de İsrail’in itibarı tüm dünyada düştü, harp suçlusu hatta soykırımcı ilan edildi.
İster hayvan, ister insan, ister bir toplum olsun her canlı,nefsi müdafaaya zorlanınca vahşileşir. Vahşileşmeyi “saldırganlaşmak, karşısındakine acımamak” anlamında kullanıyorum. 1517-1917 arasında Filistin, Osmanlı mülküydü. 1882’den itibaren Yahudiler topluluklar halinde buraya yerleşmeye başladı. Yönetimi 1918’de İngilizler devraldı. 1947’de İsrail Devleti kuruldu. 1948’de Birleşmiş
Milletler (BM) İsrail’i kabul etti. Arap devletleri ise BM’nin bu kararını tanımadı. İsrail devletini yıkma kararı aldı.
1967’de ve 1973’te iki kez buna teşebbüs ettiler. Araplar,“Biz yüz kez yenilebiliriz ama ölmeyiz, İsrail bir kez yenildi mi bir daha dirilemez” fikrindeydi. 1979’da Humeyni “İnkılabı İslami” için İran’a döndü. İlk konuşmasında bir gayesinin de İsrail’i haritadan silmek olduğunu söyledi. Tarihte birkaç kez sürgün yemiş,1940’larda soykırıma uğramış Yahudiler de “İsrail bizim bağımsızlık için tek şansımız” diyerek İsrail devletini yaşatmak için ölümüne ve öldürmecesine acımasızca savaşıyor.
Osmanlı’dan beri devletimiz Musevilerin dostu hatta hamisi olmuştur. Çünkü devlet aklı bunu emretmiştir. Bir başka milletle dindaş veya soydaş olmak “devlet”in dış siyasetini veya askeri ittifakını belirlemede esas unsur değildir. İsrail kendini güvende hissetmeden ne bölgemiz ne de ülkemiz huzura kavuşamaz. TC, İran gibi Gazze’ye yardım için İsrail’e füze atmamalıdır. Aksine İsrail devletinin bekasını istediğini beyan ederek onları teskin etmelidir. Bu, Gazze ve Suriye halkalarına yapabileceğimiz en büyük hizmettir. “Terörsüz Türkiye” projesinin amacı yurtta sulhu sağlamaktır. Yurtta sulh, bölgede sulh sağlanmadan zor gerçekleşir. Yazmama gerek yok ama yazacağım. Yurtta ve bölgede sulhun, enflasyonla mücadeleye ve halkın geçim derdinin azalmasına olumlu katkı yapacağı da açıktır.
https://www.sozcu.com.tr/israil-i-ehlilestirmek-p212673
Binlerce İsrailli, 7 Ekim 2023'e giden aylarda, demokrasiye bir saldırı olarak gördükleri yargı sistemini değiştirme planlarına karşı sokaklarda gösteriler düzenliyordu.
Scheindlin, "Bu hükümet savaştan çok öncesinden beri sevilmeyen bir hükümetti," diyor:
"Savaş başladıktan sonra, diğer ülkelerin aksine, hükümete destek tamamen çöktü."
Netanyahu'nun tabanı, Hamas'a karşı tam bir zafer kazanılmadan savaşın sona ermeyeceği yönündeki ısrarını kabul etti ve Netanyahu'nun anketlerdeki oy oranı dibe vurduğu noktadan yeniden arttı. Ancak hala muhalefet partilerinin gerisinde.
Muhalefet, Netanyahu'nun görevde kalmak için savaşı uzattığını gösterdiğini vurguluyor. Ayrıca Hamas'ın 7 Ekim 2023'te İsrail'e baskın düzenlemesindeki güvenlik zafiyetlerine ilişkin ulusal bir soruşturmayla karşı karşıya kalabilir.
Potansiyel bir hapis cezası gerektirecek kadar ciddi yolsuzluk suçlamalarıyla ilgili uzun süredir devam eden davası da raftan inebilir.
Koalisyonundaki aşırı milliyetçiler, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, Hamas ile herhangi bir anlaşma yapması halinde hükümeti devirmekle tehdit etmişlerdi.
Aşırı sağcılar Hamas'ın yenilmesini değil, Gazze'nin ilhak edilmesini, Filistinlilerin sürülmesini ve yerlerine Yahudi yerleşimcilerin yerleştirilmesini istiyorlar.
Bu arada rehinelerin aileleri Netanyahu'ya, halen ellerinde tutulan kişiler ölmeden önce Hamas ile bir anlaşma yapması çağrısında bulundu.
Ancak başbakan, tam zafere kadar mücadele temasını ikiye katlayarak, birçok rehine ailesini dehşete düşüren ve İsrail'in birçok müttefiki tarafından kınanan yeni bir saldırı planını duyurdu.
Netanyahu'nun planlarına İsrail ordusunun mevcut liderliği de karşı çıktı. Genelkurmay Başkanı General Eyal Zamir, Netanyahu'nun Gazze'ye yeni bir saldırı planına karşı olduğunu açıkladı ve kabineye bunun rehineleri tehlikeye atacağını ve insani krizi daha da kötüleştireceğini söylediği bildirildi.
Zamir Mart ayında, savaşın yürütülmesi konusunda başbakanla anlaşmazlığa düşerek istifa eden selefinin yerine atanmıştı.
Şimdi İsrail medyası Netanyahu'nun Zamir'i istifaya zorlayacağı yönünde spekülasyonlar yapıyor. Bir habere göre Zamir'in, Netanyahu'nun planına karşı çıktığı için üstü çizildi.
Tamamı : https://www.bbc.com/turkce/articles/ce3jkpn35pvo
İsrail, tarihinin en kötü saldırısını yaşadıktan sonra kendi liderlerini yargılamak istemeyecektir diye düşünebilirsiniz. Ancak Cenevre Sözleşmeleri savaş hukukunu utanmadan ve pişmanlık duymadan ihlal eden ülkelerin sadece kurbanlarına zarar vermediğini, aynı zamanda kendilerine de zarar verdiğini söyler.
İsrail’in adaletin yerini bulmasında varoluşsal bir çıkarı vardır. Bunun yerine Gazze’de kıtlık ve etnik temizlik düzenleyenleri yüceltirse, siyaseti ve toplumu demagoji ve otoriterliğe doğru kayacaktır. Mayıs 1948’de doğan genç, idealist ülke gölgede kalacaktır.
https://gazeteoksijen.com/dunya/israil-kendi-liderlerini-yargilamali-249003
İsrail siyaseti, kuruluşundaki İşçi Partisi geleneğinden uzaklaşarak yerleşimci hareketler, dini partiler ve Amerikan finansörlerin etkisiyle giderek sağa kaydı.
Benjamin Netanyahu'nun "yargı reformu" girişimleri, ülkeyi "Yahudi ve demokratik devlet" kimliğinden uzaklaştırarak Yahudi etnik milliyetçiliğini esas alan bir devlete dönüştürme çabasının yansımasıydı.
Ekonomik cephede durum daha da kötü.
Yüksek askeri harcamalar, yerleşim politikaları ve Haredi (aşırı dindar) Yahudi nüfusunun ekonomiye entegre olmaması, İsrail'in ekonomik sağlığını tehdit ediyor.
Ultra-Ortodoks nüfus askeri hizmetten muaf tutulup devletten sübvansiyon alırken, İsrail savaşları uzun süre seferber edilen rezerv askerlerin sırtından yürütüyor.
Bu rezervistlerin çoğu yüksek vasıflı olup başka işleri olduğu için, uzun savaşlar ekonomiye büyük yük getiriyor.
Gazze savaşının günlük maliyeti 250 milyon doları buluyor.
Fitch gibi uluslararası derecelendirme kuruluşları İsrail'in kredi notunu düşürmeye başladı.
Savaşlar demokratik denge ve denetimlere de zarar verdiği için, önceden de kırılgan olan İsrail siyasi sistemi daha da zayıflıyor.
Uzaktan çok kenetlenmiş gözüken bir ülke gibi gözükse de aslında Gazze’deki soykırımın uluslararası sonuçlarından korkanların sayısı artıyor. Mesela İsrail Askeri Başsavcı Tümgeneral Yifat Tomer-Yerushalmi’nin hükümetin Gazze Şehri’ni ele geçirmesiyle İsrail’in daha da büyük uluslararası hukuki baskılara maruz kalacağını ve ordunun savaş hukukuna uygun hareket ettiğinden emin olması gerektiğini söyledi. Netanyahu’nun Ulusal Güvenlik Danışmanı Tzachi Hanegbi’nin de benzer bir itirazı olduğu ortaya çıktı. İsrail Barosu, Gazze’nin tamamının işgaline karşı 17 Ağustos’ta yapılması planlanan genel grevi desteklediğini duyurdu ve ülkenin avukatlarını da greve katılmaya çağırdı. Bizi düşman gören bir ülkede olup bitenlere sırtımızı dönme lüksümüz yok. O yüzden İsrail’de olup biten ne varsa geçmişe oranla çok daha büyük bir dikkatle izlemeliyiz.
Tamamı :https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/ozay-sendir/israilde-olup-biteni-dogru-anlamak-7425584
Sonuç olarak Trump, savaşın sona ermesini istiyor. Bir yönetim yetkilisine göre, başkan, ABD halkının dünyanın öbür ucundaki bir çatışmaya karışılmasına karşı öfkesinin arttığını görüyor. Trump’ın sadık destekçilerinden Marjorie Taylor Greene, 28 Temmuz’da Kongre’de Gazze’deki durumu “soykırım” olarak nitelendiren ilk Cumhuriyetçi oldu. Steve Bannon ve Tucker Carlson da İsrail’i açıkça eleştirdi. Trump ve çevresi, İran’a yönelik saldırılar ve Jeffrey Epstein skandalındaki son gelişmeler nedeniyle zaten öfkeli olan destekçilerini daha fazla kızdırmaktan kaçınıyor. Trump, Epstein tartışmasının Beyaz Saray’ı kuşatmasını istemiyor, bazı milletvekillerinin uyarılarına uymamasına ise şaşırmış durumda. Şimdi Netanyahu’nun meydan okuyan tavrı, Trump’ın tabanında yeni bir bölünme yaratıyor ve başkanın kontrol edemediği bir haber döngüsü oluşmasına yol açıyor. Bir danışmanı şöyle diyor: “Trump, bu haberlerin televizyonda görünmesini istemiyor.”
Tamamı : https://fikirturu.com/jeo-politika/trump-netanyahu-ile-yol-ayriminda-mi/
ABD Başkanı Donald Trump’ın ikinci kez seçilmesi, dört kaynağın da “kilit dönüm noktası” olarak tanımladığı bir başka gelişmeydi.
Birinci istihbarat kaynağı, “Asıl plan Ekim 2024’te saldırmaktı. Bu tarih, İsrail’in Eylül ayında Lübnan’da Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı öldürmesinin ardından İran’ın İsrail’e ikinci doğrudan füze saldırısını yapmasından sonraydı,” dedi.
Ancak saldırı, Kasım’daki ABD seçimlerini beklemek için ertelendi.
İkinci kaynak, “İsrail için Trump’ın o seçimleri kazanması çok önemliydi. Trump seçilir seçilmez ana önceliğini rehine anlaşmasına verdi,” dedi ve bu ifadesiyle Hamas-İsrail çatışmasına atıfta bulundu.
Birinci kaynak ise şöyle devam etti: “Rehine anlaşması Mart 2025 civarında imzalandıktan sonra, İsrail tekrar İran’a saldırabilecek konuma geldi. Ancak bu kez ABD ve İran, İran’ın zenginleştirme ve nükleer programı meselesine barışçıl bir çözüm bulmak için müzakerelere başladı.”
Özetle; İsrail aşırı güç kullandı, burayı işgale hazır hale getirdi.
Korkunç bir mağduriyet, çaresizlik ve çözümsüzlük hali ortaya çıktı ki, bugün yapılması düşünülecek bir konu olacaksa, durum bu denli düşündürücü şekildedir.
Bunu her kim yapacaksa, işte bu acı gerçeğin üzerine plan yapmak durumundadır.
Binalar, yollar inşa edilir. Kayıplar da zamanla sineye çekilir.
Mesela iki nesil geçer bazı şeyler unutulur.
Ancak vatan toprağının egemenlik haklarının bir milletten bu şekilde alınıp başka bir millete verilmesi pek sineye çekilecek bir şey değildir.
Vatan bütün değerlerden üsttedir.
Dolayısıyla bu denklemin zorluğuna göre İsrail tarafının işletilen askeri-politik yöntemin de özel olmasını düşünmemiz gerekmektedir.
Filistin halkının karşısındaki tarafı ifade edelim:
Netanyahu ve savaş kabinesi ile ona destek veren ABD'ye ait başta CIA, CENTCOM ve bütün siyasi-diplomatik kesimler.
Bu İsrail-ABD ortaklığıyla bir araya gelen kesimlerin bir diğer görevi de şudur:
Bu karmaşık ve hukuku hiçe sayan işgal planındaki sonuçları dikkate alarak, dünyada muhatap olabilecek diğer tarafları idare etmek ve oyalamaktır.
Bu plan, Gazze'de her şeyi yeniden kurgulamak ve inşa etmek üzerinedir.
Bunun adı haritayı, başka deyişle, siyasi tarifi, egemenliği, imarı, yaşamı değiştirmekten başka bir şey değildir.
Sokakta birine Gazze'de ne yaptığımızı sorduğumda ellerini kaldırır: Bilmiyorum. Bizim hem İsrail'e özgü hem de küresel bir sorunumuz var. Hâlâ 7 Ekim'in sisleri içindeyiz. Bu travma sonrası stres bozukluğu değil, devam eden bir travma. İnsanlar Filistinlilerden korkuyor, kendilerini güvensiz hissediyor, sadece orduya güveniyorlar. Bir de küresel sorun var: Trump ve Netanyahu gibi berbat insanlar, insanları iradeleri dışında hareket ettirmeyi başarıyor. Tüm sistem işbirliği yapıyor. Sosyal ağlar yardımcı oluyor, ancak geleneksel medya da bu sürekli kaygı ve düşünmeyi engelleyen adrenalin durumundan sorumlu. Her gece 7 Ekim hakkında bir program var. Gazze hakkında mı? Neredeyse hiçbir şey. Amerikan elçisi Witkoff'un sanki Godotmuş gibi gelmesini bekliyoruz. Gazze'ye gidip bize açlık olup olmadığını söylemeli. Aklımız başımızda mı?
Tamamı : https://koha.mk/tr/ne-gaza-po-ndodh-nje-masaker-akuzon-etgar-keret-shkrimtari-i-njohur-izraelit/
İsrailliler, İsrail ordusunun Gazze’de sebep olduğu yıkımı tanımlamak konusunda (savaş suçu, insanlığa karşı suç, etnik temizlik) sonsuz tartışmalara girebilir, ancak Hamas’ın yaptığını nasıl niteleyeceğini bir an bile sorgulamaz. Birçok İsraillinin gözünde, Gazze’ye yönelik sert misillemeleri meşru kılan bu saldırının neden olduğu şok ve travmatik etkiler, Gazze’de İsrail’in soykırım yaptığını söylemeyi; kurbanları suçlamak ve düşmanı desteklemek gibi gösterir. Bu düşünme biçimi, kuşaklar boyunca İsraillilerin Holokost’a dair belirli bir algıyla yetişmiş olmaları nedeniyle daha da yaygındır. Bu algıda Holokost, yalnızca hatırlanacak ve anılacak bir olay olarak değil, Yahudilere yönelik başka bir soykırımın açık ve daima var olan bir tehdidi olarak görülür.
7 Ekim’den sonra birçok İsrailli, sivillerin katledilmesini başka bir Holokost olarak yaşadıklarını söyledi ve yazdı. Söz konusu olayın neden olduğu dehşet ve oluşturduğu tehlikeyi acilen ortadan kaldırma arzusu, devlete tüm yıkıcı gücüyle karşılık verme yetkisi vermiş gibi göründü. Hamas’ın niyeti ne olursa olsun, İsrail’deki Yahudi nüfusa karşı bir soykırım gerçekleştirecek konumda olmadığı açıktı. Buna karşılık yüz binlerce askeri, büyük miktarda modern savaş makineleri ve müttefiklerinden sağlanan sonsuz mühimmat desteğiyle İsrail ordusu, Gazze’deki Filistin halkını gerek tamamını gerek bir kısmını, yok etmeye çok net bir şekilde muktedirdi ve hala da öyle.
Tamamı : https://www.fokusplus.com/yazarlar/omer-bartov
İsrail bugün yenilmezliği üzerine adeta bir endüstri bina etti. Tarihe dikkatle baktığınızda, yenilmezlik kavramının aslında her iktidar düşkününün kendine yakıştırdığı ve buna inanmak istediği bir mitoloji olduğunu anlarsınız. Muktedirler, özellikle mağdurların bu büyüklük hastalığından beslenen mite canı gönülden inanmasını içtenlikle ister. Tanrı’nın Seçilmiş Halkı söylemiyle birlikte dokunan kimi Yahudilerin egemen kibri de bu bağlamdan uzak tutulmamalıdır. İşte bu noktada bildik propaganda sistemi devreye girer. Belli bir zaman boyunca, çoğu insan propaganda makinesinin her gün yaydığı yalanlara ve yarım gerçeklere inanmıştır. Chomsky’nin de dediği gibi, barış yanlısı bir ülke bile savaş zamanında histeri yaratan ve halkı yoldan çıkaran propagandadan tamamen muaf değildir.[2] Ancak halk ne kadar saf ve pasif olursa olsun, er ya da geç, kandırıldığını fark eder. İşte o zaman da direniş başlar.
…
Her ikimizin nazarında Yahudi halkının saygın bir yeri var. Tarihin en sıra dışı azınlıklarından biridir Yahudiler. En azından İsrail devletinin kurulmasına kadar böyleydi. Avrupa’da bin yılı aşkın süre boyunca katlandıkları korkunç zulme rağmen, Yahudiler köklerinden kopmadılar, akıllarını kaybetmediler ve yaratıcı kalmayı başardılar. Bunlar sıradan insanların başarabileceği şeyler değildir. Bilakis, olağandışı insanların başarılarıdır tüm bunlar. Baruch Spinoza, Karl Marx, Sigmund Freud, Theodor Adorno, Susan Sontag ve Jacques Derrida gibi entelektüel dönüşüm yaratan insanların Yahudi olması hiç de tesadüf değildir. Bu seçkin mirasla iç içe geçmiş hafızanın ışığında, İsrail işgalinin yanlış olduğuna inanan pek çok Yahudi erkek ve kadın var ve “Holokost’un ezici yükünden kurtulmuş bir İsrail, belki en sonunda, İsrail, Gazze ve Batı Şeria’da yaşayan yedi milyon Filistinliyle birlikte, yedi milyon Yahudi yurttaşının da bu toprakları barış, eşitlik ve onur içinde paylaşması gerektiği gerçeğiyle yüzleşebilir” diyen tarihçi Omar Bartov[6] da bu özel insanlardan biridir. Bu nedenle sıradan İsrailliler, kimliklerini unutmadan eski azınlık gururuyla hareket etmelidir. Hükümetleri Filistin sorununu kesin çözümüne kavuşturana kadar sokakta kalmalı, bir vicdan siyaseti geliştirmeli ve bunun içinde de bir sivil itaatsizlik hareketi başlatmalıdır.
Tamamı : https://birikimdergisi.com/guncel/12135/filistin-icin-vicdan-siyaseti
AKP’li yöneticilerin, Filistin’e verdikleri desteği, Hamas’a verdikleri destekle kanıtlamaya çalışmaları da trajikomiktir.
Birincisi, Filistin davası Hamas’ın tekelinde olmadığı gibi, Hamas, Filistin davasının öncüsü de değildir. Filistin davasının öncüsü, ulusal ve laik bir hareket olan Filistin Kurtuluş Örgütü, El-Fetih partisi ve onların kurucusu Yaser Arafat’tır. Bu örgütlenmenin günümüzdeki uzantısı, geçici yönetim merkezi Batı Şeria’da olan Filistin devletidir. Hamas, Filistin devletini temsil etmemektedir.
İkincisi, Hamas, Mısır’daki köktendinci Müslüman Kardeşler hareketi tarafından, FKÖ’yü bölmek amacıyla kurulmuştur ve ABD ile İsrail’in içindeki güç odakları tarafından yıllarca desteklenmiştir. Müslüman Kardeşler, Süveyş kanalının Britanya’nın kontrolünden çıkartılmasını sağlayan Arap ulusal hareketinin öncülerinden Cemal Abdünnasır’a karşı da mücadele vermiştir.
Hamas, finansal açıdan yıllarca, ABD’nin Ortadoğu’daki uyduları olan Suudi Arabistan ve Katar tarafından desteklenmiştir. Gazze’de en güçlü siyasi hareket El-Fetih iken, İsrail’in Gazze’den çekilmesiyle birlikte, Gazze’deki “seçimleri” Hamas kazanmıştır. Çünkü bu süreçte ve sonrasında, Suudi Arabistan’dan ve Katar’dan, yüzlerce milyon dolar, İsrail üzerinden, Hamas’a aktarılmıştır.
Ancak Hamas’ın İsrail’in aleyhinde fazla güçlenmeye başlamasıyla birlikte, önce Suudi Arabistan, ardından Katar, Hamas’tan finansal desteğini çekmiştir. Hamas bunun üzerine İran ile yakınlaşmıştır.
Tamamı : https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/orsan-k-oymen/trump-dostlari-ve-filistin-2425413
Türkiye’de, “tüm İsrail, Gazze’deki katliamı destekliyor” gibi göstermenin amacı belli: İsrail devletini kökten kabul etmemek, Yahudileri düşman görmek. Türkiye’de ayrışma noktası budur. Ortodokslar, çok katılar…
Türkiye, İsrail’i 28 Mart 1949’da resmen tanıdı. Bu tanıma kararı, İsrail’in 1948’de bağımsızlığını ilan etmesinden yaklaşık 10 ay sonra geldi. Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.
İşte… Eğer iktidar ve destekçileri bununla hesaplaşılacaksa cesurca çıkıp karar alsınlar. Yoksa hemen her gün çiğ İsrail ve Yahudi düşmanlığı bezdirdi artık…
Kimse kimseyi kandırmasın; mücadele, kanlı faşist Netanyahu ve partisi sağcı Likud’a karşı ise kuşkusuz birlik oluruz. Bağnazlık, savaş bitirmez, zafer getirmez.
Tamamı : https://www.nefes.com.tr/yazarlar/soner-yalcin/israil-cehaleti-54796
Dünyada İsrail dışında nüfusu tamamıyla Yahudi olan kasaba nerededir? Azerbaycan…
18’inci yüzyılda Kuzey Azerbaycan bölgesi Kuba, Şirvan, Gence, Karabağ, Bakü gibi hanlıklara bölünmüştü.
Şii Müslüman Kuba Hanı Feth-Ali Han (1758–1789), kuzey sınırlarını hem askeri olarak güçlendirmek hem de ticaretini büyütmek istiyordu.
Kuba’nın -Mizrahi koluna bağlı- Dağ Yahudileri, iyi silah kullanan savaşçılar, uluslararası ticarette deneyimli tüccarlar ve zanaatkârlar idi. Kırmızı Kasaba (Küçük Kudüs) denilen yerde yaşıyorlardı.
Han, Kafkasya’nın dağlık arazisine uyumlu savaş tekniklerine sahip Dağ Yahudilerini özel koruma altına alarak, hem askeri hem ekonomik müttefik olarak kullandı… Osmanlı ve İran güçleri ile komşu Lezgi gruplara karşı mücadelede Yahudi süvari birliklerinden hayli yararlandı. Kırmızı Kasaba, daima tampon bölge işlevi gördü…
Bu tarihsel ittifak, -1918 gibi- Ermeni saldırılarında da devam etti. Hatta denir ki; dünyada, Yahudi kimliğinin korkusuzca söylendiği İsrail dışında tek ülke Azerbaycan. Temeli, Kırmızı Kasaba… (İrani, İbranice ve Azeri etkili “Judeo-Tat” adı verilen dil kullanıyorlar.)
Günümüzde İsrail ve Azerbaycan ilişkileri tarihsel, kültürel ve stratejik faktörlerin birleşimiyle bu tarihle şekillendi.
Mesela: Azerbaycan’ın bugün petrolünü en çok sattığı ikinci ülke İsrail… Azerbaycan yıllık 26 milyon ton ihraç petrolden 16 milyar 240 milyon dolar kazanıyor. Ne kadarı İsrail’e ait? Resmi açıklamalar bakarsak 2,5 milyar dolar! Başta silah sanayi olmak üzere ticaret hacmi 7,5 milyar doları aştı…
Tamamı : https://www.nefes.com.tr/yazarlar/soner-yalcin/kirmizi-kasaba-54526
Değişmeyen bir şey daha var: Filistin meselesinde siyasi çözüme yaklaşmak şöyle dursun, muhtemelen hiç olmadığı kadar uzağız.
Ekim 2023’ten bu yana Gazze ve Batı Şeria’da hayatını kaybeden 60 binden fazla Filistinliye rağmen, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda hâlâ sayıca neredeyse eşit sayıda Filistinli Arap ve Yahudi yaşıyor. Bu Filistinlilerin çoğunun siyasi hakkı yok, söz hakları yok denecek kadar az ve kendi devletlerine kavuşma ihtimalleri neredeyse sıfır. Bu durum değişmedikçe, bazıları İsrailli yöneticilere karşı elinden gelen şekilde direnmeye devam edecekler; tıpkı bir zamanlar Siyonistlerin İngilizlere karşı yaptığı gibi, tıpkı roller değişse İsrailli Yahudilerin bugün yapacağı gibi. İki devletli çözüm artık gerçekçi değilse, İsraillilerin, Filistinlilerin ve dünyanın geri kalanının başka bir yol haritası bulması gerekecek. Böyle bir adım atılmadığı sürece, bu sürekli kriz kaynağı varlığını sürdürecek.
Kısacası, Orta Doğu hâlâ derin siyasi bölünmelerin yaşandığı, güçlü aktörlerin diğerlerini baskı altına aldığı, haklarını, seslerini ve varlıklarını tanımadığı bir bölge. İran’ın yaptırımlarla, diplomatik tecritlerle, bölgesel girişimlerden dışlanarak ve en son hava saldırılarıyla köşeye sıkıştırılma çabasında bunu görüyoruz. Filistinlilere devlet hakkını reddetme kampanyasında, hatta ‘Filistin ulusu diye bir şey yok’ söyleminde bunu görüyoruz. Aynı şekilde Arap dünyasının kendi içinde, kralların ve askerî rejimlerin daha fazla özgürlük ve siyasi hak talep edenleri bastırmasında da görüyoruz.
Tamamı : https://fikirturu.com/jeo-politika/orta-doguda-yeni-bir-duzen-mi-sekille/
“Nehirden denize” ifadesinin, kökeni tartışmalı olmakla birlikte erken dönem Siyonist söylemde, özellikle Ze’ev Jabotinsky liderliğindeki Revizyonist Siyonizm’de, Ürdün Nehri’nin iki yakasını da kapsayan bir Yahudi Devleti idealini ifade eden milliyetçi bir söylem olarak ortaya çıktığı da iddia edilmektedir.
Bu bağlamda, sloganın Vladimir Jabotinsky’ye atfedilen “Şitey gdot la-Yarden: zo şelanu, zo gam ken” [שְׁתֵּי גְּדוֹת לַיַּרְדֵּן: זוֹ שֶׁלָּנוּ, זוֹ גַּם כֵּן] —“Ürdün’ün iki yakası vardır; biri bizim, diğeri de bizim”— ifadesi, yalnızca bir politik söylem değil, aynı zamanda işgalle sınırlarını genişleten bir Yahudi Devleti idealinin ideolojik çerçevesini yansıtan, açık bir yayılmacı sloganniteliğindedir.
“Nehirden denize” ifadesi, 1977’de Likud Partisi’nin seçim manifestosunda “[Ak]deniz ile Ürdün Nehri arasında yalnızca İsrail egemenliği olacaktır” biçiminde resmî bir parti politikası olarak yer almış; Menachem Begin’den Benjamin Netanyahu’ya kadar pek çok İsrailli siyasetçi tarafından ise bir “slogan”dan ziyade, İsrail’in yayılmacı ve işgalci stratejisinin politik bir beyanı olarak sıkça dile getirilmiştir.
Benzer söylemler, İsrail’in mevcut Dışişleri Bakanı Gideon Saʿar ile Filistin topraklarının tamamının işgalini savunan Uri Ariel gibi siyasetçiler tarafından da sıkça dile getirilmiştir. Nitekim Ariel’in 2014’te sarf ettiği “Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında tek bir devlet olacak; o da İsrail Devleti olacak” ifadesi, dönemin en çok tekrarlanan seçim vaatlerinden biri hâline gelmiştir.
Özetle, İsrail bağlamında “nehirden denize” söylemi, yalnızca Filistin karşıtı protestolarda dile getirilen sıradan bir slogan değil; kökleri Revizyonist Siyonizm’e dayanan, fiilî sınırları işgal ve yerleşim politikaları yoluyla genişletmeyi hedefleyen ideolojik ve siyasi bir devlet projesinin ifadesi olarak görülebilir.
Harediler...
"Tanrının istediği gibi yaşayanlar- Tanrıdan korkanlar"
Bu hareket Avrupa kökenli Yahudilerde-Aşkenazi daha yaygın olmakla birlikte, bütün Yahudi gruplarında Haredi ekolleri vardır.
İsrail'de ortalama doğum oranı 2,9 iken Haredi kadınlarda 6,5-7 çocuktur.
Yakın gelecekte İsrail nüfusunun % 25-30'u Haredilerden oluşabilir.
Eğitim seviyeleri ortalamanın oldukça altındadır.
Teorik olarak İsrail devletine "seküler Zion'a-devlete" karşıdırlar. "Mesihin kuracağı Zion'u-devleti" beklerler.
Smotrich ve Ben Gvir'ın partilerinin Haredilerle bağları gevşektir. İdeolojik olarak benzemezler. Smotrich ve Ben Gvir, Haredilerin aksine, "devletçi, nasyonalist ve dindar aşırı sağcı" partilerdir.
https://x.com/AdelinaSfishta/status/1954857205762490713
https://www.youtube.com/watch?v=EdKLorIBH5I
İsrail’in güvenlik stratejisi adı altında yürüttüğü birçok askeri hamle, uluslararası hukuku zorlayan, hatta açıkça ihlal eden eylemlerle örtüşmektedir. Bu durum, bölgedeki hukuki normların giderek aşındığı ve devlet dışı aktörlerin savaşın asli unsurlarına dönüştüğü yeni bir güvenlik yapısının şekillendiğini göstermektedir.
Öte yandan İran’ın askeri kapasitesi ve istihbarat yapılanmasındaki zayıflıklar, İsrail’in saldırgan güvenlik anlayışıyla birleştiğinde, iki ülkenin de uzun vadeli bir barış vizyonuna değil, karşılıklı yıpratma stratejilerine yatırım yaptığını açıkça ortaya koymaktadır. Uluslararası toplum ise bu çatışmayı çoğunlukla yalnızca güç dengesi bağlamında değerlendirmekte, sivillerin yaşadığı insani krizleri, marjinal ve ikincil bir mesele olarak görmektedir. Oysa İran-İsrail gerilimi, Ortadoğu’daki kronik güvensizlik ortamının hem bir sonucu hem de süreklilik kazanan bir tetikleyicisidir.
Tamamı : https://kapdem.org/iran-israil-geriliminin-sonuclari-yapisal-dinamiklere-etkileri/
İsrail’in önümüzdeki dönemde İran karşısında atacağı adımlar, yalnızca iki ülke arasındaki gerilimin bir devamı olmayacak; Ortadoğu’nun güç mimarisini yeniden şekillendirecek bir eşik olacak. Bu eşiğin ötesinde artık “dondurulmuş tehdit” diye bir şey kalmayacak, çünkü Tel Aviv’in güvenlik aklı beklemeye değil, harekete dayanıyor. İran’ın zaman kazanarak büyüyen her kapasitesi, İsrail’in gözünde yarınki savaşın bugünkü hazırlığıdır. Bu yüzden Tel Aviv, pasif kalmayı lüks olarak değil, intihar olarak okuyor. Dolayısıyla bölgeyi yakından takip eden herkes bilir ki İsrail, kendisini varoluşsal tehdit altında gördüğünde masada oturmaz, sahaya iner. Ve bu kez sahaya iniş, yalnızca bir misilleme olmayacak; caydırıcılığın yeniden tanımlandığı, sınırların ve dengelerin yeniden çizildiği bir stratejik saldırı olacaktır. İsrail’in yerinde durmasını beklemek, Ortadoğu’nun son yetmiş yılına bakıldığında, kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değildir.
Tamamı : https://medyascope.tv/2025/08/16/sahin-eroglu-yazdi-israilin-varolus-esigindeki-iran-dosyasi/
Sonuç olarak, The Simpsons dizisinin olası bir Türkiye-İsrail savaşını konu alan bir bölümü yok. Dizi, sık sık güncel olaylara dair kehanetler ile hatalı ilişkilendiriliyor.
https://teyit.org/analiz/the-simpsons-dizisinin-bir-bolumunde-turkiye-israil-savasi-mi-isleniyor
Dünya tarihinde süreklilik açısından herhalde bu kadar istikrarlı bir mefhum olmamıştır. Antisemitizm kadim zamanlardan günümüze dek devam etmekte olup, Siyonizm’e karşıtlık günümüzde de sık gördüğümüz gibi Yahudi düşmanlığına dek varmaktaydı.
Tamamı : https://abcpolitik.com/trumpi-yaratan-amerika-12-fordun-kitabi
Einstein'ın bu pozisyonu kabul etmemesi, İsrail'in siyasi yönelimine kayıtsız kaldığı anlamına gelmiyordu.
Rio de Janeiro Federal Üniversitesi'nde (UFRJ) Siyonizm ve İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili konularda uzman tarihçi Prof. Michel Gherman, "Einstein, Siyonist hareketin bir üyesiydi" diyor.
"1921'den itibaren, Filistin'de Araplar ve Yahudiler için ulusal haklara sahip iki uluslu bir devletin kurulmasını savunan Siyonizmin sol kanadını temsil eden Weizmann ile yakın bir ilişki sürdürdü" diye açıklıyor
Einstein'ın yazışmaları bunu bir kez daha anlamamıza yardımcı oluyor.
1947'de, Hindistan'ın bağımsızlığını kazanmasının ardından, bilim insanı ülkenin yeni başbakanı Cevahirlal Nehru'ya bir mektup yazdı.
Hindistan'ın başarısını tebrik etti ve inancını açıkça belirtti: "Siyonist davayı benimsedim çünkü bu sayede bariz bir hatayı düzeltmenin bir yolunu gördüm."
Ertesi yıl, İsrail'in kurulmasıyla bilim insanı, onlarca yıllık Siyonist mücadelenin ardından tatmin olmuş hissedebilirdi.
Ancak İsrail halkının daha radikal bir kesiminin üstlendiği eylemleri kınadı.
1948'in sonlarında, diğer Yahudi aydınlarla birlikte New York Times gazetesine, siyasetçi Menachem Begin'in ülkeye yaptığı ziyareti eleştiren bir açık mektup yazdı.
Tamamı : https://www.bbc.com/turkce/articles/c5yp9g74342o
Clauberg, 1942'de Hitler'den sonraki en güçlü Nazi ve Holokost'un baş sorumlusu Heinrich Himmler'e yazdığı mektupta, "değersiz kadınların ameliyatsız kısırlaştırılması" yöntemini uygulamak istediğini, bunun için de uygun mekâna ihtiyaç duyduğunu belirtti. Mektup, Reimund Schnabel'in 1957'de yayımlanan "Ahlaksız Güç" kitabında yer aldı.
Clauberg'e 1943 baharında Auschwitz'te 10. Blok tahsis edildi. Burada kendi deney laboratuvarını kurdu. İlk Yahudi kadınlar, komşu Auschwitz-Birkenau'dan getirildi. Clauberg için bu kadınların herhangi yüzü ve kimliği yoktu. Yalnızca kadınların karın altı bölgesi ile ilgilendiriyordu. Renée Düring yıllar sonra şunları anlatıyor:
"Sabahları sayım sonrası numaralarımız okunur, aşağı iner, dışarıda sırada beklerdik. Sonra teker teker bir odaya alınır, siyah cam bir masaya yatırılırdık. Bu, röntgen masasıydı. Sıvı vücudumuza enjekte edilirken röntgen cihazı çalışırdı. Doktor sıvının ne yaptığını izlerdi, ama bu enjeksiyon korkunç şekilde yanardı."
Kadınlar neye maruz kaldıklarını bilmiyordu. Clauberg, daha önce hayvanlar üzerinde denediği yöntemi 10. Blok kadınlarına uyguluyordu. Aletler steril değildi, aletleri defalarca kullanılıyordu. Anestezi yok, yalnızca acı veren enjeksiyon vardı. Kontrast madde, fallop tüplerinin (yumurtalık ile rahim arasındaki ince kanal) açık olduğunu gösterirse birkaç hafta içinde ikinci bir işlem yapılır, tüplerin duvarlarını yakacak zehirli bir madde enjekte edilirdi. Olmazsa işlem tekrarlanırdı. Düring, "Üç gün boyunca korkunç ağrılar çektim" diyor.
Yaygın yan etkiler arasında irinli karın zarı iltihabı, kan zehirlenmesi, doğum sancısına benzer ağrılar ve dayanılmaz yanma vardı. Anlatılanlara göre, çığlık atan kadınlar Birkenau'daki gaz odasına gönderiliyordu.
Nazilerin önde gelen isimlerinden Heinrich Himmler, Clauberg'e yaklaşık bin kadını kısırlaştırmanın ne kadar süreceği sorduğunda ise aldığı cevap şok ediciydi:
"On asistanla çalışan deneyimli bir doktor, muhtemelen bir günde birkaç yüz, hatta bin Yahudi kadını kısırlaştırabilir."
Tamamı : https://www.dw.com/tr/do%C4%9Fum-kontrol-hap%C4%B1n%C4%B1n-auschwitz-ile-ne-ilgisi-var/a-73652276
Litvanya ve Ukrayna gibi ülkelerde bu cinayetlere bu kadar hevesli bir şekilde katılmanın pek çok nedeni vardı: Yaygın antisemitizm, Sovyetlerin çekilmesi ve Nazi işgali arasındaki güç boşluğu sırasında Yahudi nüfusun mülk ve sermayesini elde etme ve çalma fırsatı, tüm Yahudilerin Bolşevizm ile ilişkilendirilmesi, emirlere karşı gelme ve işsiz kalma ya da daha kötüsünü göze alma isteksizliği...
Nazilerin bölgedeki hedefleri hem Yahudi ve Çingene Roman nüfusunu öldürmek hem de Kızıl Ordu'yu yenmek olduğu için, milliyetçiler her ikisinde de yer aldı.
Tamamı : https://www.evrensel.net/haber/565595/bir-daha-asladan-ortbas-etme-cabasina
Francesca Albanese’e göre Batılı ülkeler işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistin halkına karşı yükümlülüklerini yeterince yerine getirmiyor. Onun kararlı ve samimi açıklamaları dünyanın birçok yerinde olumlu tepkiler alıyor. Örneğin çeşitli çevreler, İsrail ile ABD’nin başvurduğu kötücül ve ölümcül yöntemlere karşı çıkanları susturmak için antisemitizm silahına başvurmalarına itiraz ediyorlar.
Albanese, ırkçılığın her türüne karşı çıktığı gibi Siyonistlerin ırkçı-soykırımcı politikalarına da şiddetle itiraz ediyor. Dolayısıyla Amnesty International gibi uluslararası insan hakları savunucuları, ABD’nin Albenese’e yönelik müeyyidelerinin hafifletilmesi veya kaldırılması için uluslararası camiaya açık bir çağrıda bulunuyorlar.
Buna misilleme olarak İsrail “govextra.gov.il” başlıklı resmî dijital sitesinde, Albanese’i dünya kamuoyu önünde karalayıp gözden düşürmek maksadıyla farklı bir karşıt propaganda yöntemine başvuruyor.
Tamamı : https://aposto.com/s/netanyahuya-meydan-okuyan-kadin-francesca-albanese
Nesim’in amcalarıysa o yıllarda İzmir’e farklı bir katkı sunmuşlardı. Şimdilerde Asansör semti diye anılan mahalledeki meşhur Asansör’ün yapımında elleri, terleri vardı. Taş taşımışlar, tuğla dizmişlerdi. O asansör, sadece yukarı çıkan bir araç değildi, hayata tekrar sarılmak ve hiç bıkıp usanmamak adına uğraşan insanlar için aynı zamanda aşağıdan gelenlerin yeniden yükselebilmesine dair bir simgeydi.
Tekrar buluştukları o gün, Nesim ile Jozef, uzun yıllar sonra ilk defa birlikte sabah kahvaltısı yapacaklardı; sofraya oturdular. Yaşlı teyzeleri, mutfağın köşesinde fırından çıkardığı sıcacık boyozları getirdi. Yanına haşlanmış yumurta koydu.
Nesim bir boyozu alıp kardeşine uzattı.
“Her şeye rağmen,” dedi, “hâlâ bir ekmeği bölüşebiliyoruz.”
Ve o an İzmir’in her şeyiyle kavrulmuş ama yine de dimdik ayakta kalmış ruhu sofraya sinmişti: Boyozun kıtırı, çayın buğusu ve kardeşliğin ruhları ısıtan sıcağı…
Tamamı : https://www.mesele121.org/nesim-dedemin-sandalda-kalan-acili-cocuklugu/
1970’li yıllara kadar Tekirdağ’da yaşamış olan Yahudi Cemaati mensuplarından Daniel Altaras, o döneme dair tanıklıklarını gazetemizle paylaştı. Özellikle sahil şeridinde yer alan, dönemin ibadet ve buluşma noktalarından biri olan Sinagog (Havra) ile ilgili anlattıkları, hem kentin kaybolmaya yüz tutmuş kültürel mirasına hem de ortak yaşamın atmosferine ışık tutuyor.
Altaras: “Biz Hamam Aralığı sokakta otururduk. O bölgedeki Yahudilerin ibadetlerini gerçekleştirdiği 2 adet havra vardı. Fakat kentte biri sahilde olmak üzere beş sinagog vardı. Birinin adı Yeşiva idi. Yeşiva iki katlıydı ve iki kat arasındaki kayalıklardan kaynak suyu akardı. Girişi binanın sol tarafındaki bayırın sağındaydı. Avlu merdivenleri sarraf şişko İlya’nın balkonunun altındaydı. Merdivenlerin sonu Horasan Sokaktı. Kaynağın yanındaki odada Menahem adlı bir zavallı yaşardı. Tabii ihtiyaçlarını cemaatımız ikmal ederdi. O kişi Menahem El Damzik diye bilinirdi. Orijinini bilmiyorum. Üst katta yaya seyyahların bir iki gece ücretsiz kaldıkları bir misafir odası bulunurdu. Soğuk ve karlı kış günlerinde yaşlı cemaatı deniz kıyısına inmekten korumak için yapılmıştı bu havra. Ama genel olarak deniz kenarındaki büyük havra kullanılırdı. Büyük havranın özel bir ismi yoktu fakat “El Kal” olarak adlandırılırdı. “El Kal” İbranicedeki kahal kelimesinin kısaltılmışı olup, cemaatın toplanma yeri demekti. Ben sinagog deyimini bilmezdim bile. Kıyıdaki havranın büyük bir giriş kapısı vardı. Kapının mızrak gibi demir çubukları vardı. Sol tarafı duvardı, rdında bahçe bulunuyordu. Sağ tarafta, tüccarların kiraladığı tahıl depoları vardı. Havraya çıkan merdivenlerin sağ bölümü hahamın eviydi. Tabii haham orada ailesiyle birlikte kalıyordu. Yardımcısı "zangoç" bizim komşumuzdu. Havra çok güzeldi. Denize bakan kısmı ahşap direklerle desteklenirdi. Beton bir alan, ahşap ve küçük bir iskele yaz günlerinin toplanma yerleriydi. Geç saatlere kadar deniz sefası yapılırdı, orada ne dedikodular anlatılırdı ve tabii ki her daim denizde yüzen birileri olurdu. Midyeler nedeniyle ayakları kesilenler çoktu. Güneyde Marmara Adaları, doğuda yarlar... Tam bir cümbüştü… Bu havranın denize değil de, yola bakan kısmının tam karşısında bir şadırvan vardı. Biz çok severdik. Havra eski Sandalcı Mahallesi’nin yan tarafında kalırdı. Tepede salhane ve daha aşağıda gazhane vardı. Zamanla gazhane bar olarak kullanılmış. Sandalcı mahallesindeki derede ben kurbağaları incelerdim. Havranın batı kısmında mahalle lağımının açık olarak denize akmasını hatırlıyorum. O dolgu topraklarda herhangi bir arkeolojik bulgu olamaz. Kitapların büyük bir kısmı mezarlığa gömülmüştü. Ahşap havra binası, Londra Asfaltı yapılacağı sebebiyle en küçük yentiğine kadar yağma edildi o günlerde. Tahtalar birçok sobanın, fırının enerji kaynağı oldular. Oranın yerlileri için tam bir bayramdı o anlar. Annemle perdenin arkasından takip etmiştik olayı. Hüngür hüngür ağlayışını hala hatırlarım. Sinagogdan geriye kalan Ehal ve Renkli Çiçek Motivi boyalı iki kanat kapı günümüzde İstanbul'da, 500.Yıl Vakfı Müzesinde (Neve Salom Sinagogunun Bitişiği) sergileniyor. Deniz kıyısındaki havra yıkıldıktan sonra, yeni bir havranın inşaatı için Diyanet İşleri Bakanlığı’ndan 90 bin lira tazminat parası vaad edilmişti. Dönem, Adnan Menderes dönemiydi. Havraya ve depolara girişler sadece yol tarafındaydılar. Bu kadar sene sonra, yapılan inanılmaz değişiklikler nedeniyle kimse parmağını gerçek koordinatların üzerine koyamaz bugün. Buna rağmen ben hala o yerin derinliklerinde olduğuna inanıyorum havranın. 1958’de sahildeki sinagog da bedeli ödenerek istimlâk edildi ve ‘Londra Asfaltı’ şosesi için yol açıldı. Bu tarihlerde mevcut 50 kadar Yahudi de göçlerle ayrıldı. Ben, 1968’de İktisat Fakültesinde sevk ve idare konusunda mastera başlamıştım. Havada bazı kıpırdamalar hissetmeye başladım. 1969 nisanında hemen askere gittim. 1970 yazında kalkınmalar başladı. Yedek subaydım ve yüksekten gelen emirle silahlandık ve ateş açma serbestliği vardı. Neyse o dönem sakinleşti. Sivil hayata döndüğümde İpraş Tesislerinde çalışmak istedim. Gayrımüslim resmi tesiste çalışamaz vesilesiyle eve döndüm. Ben 4 mayıs 1971’de Tekirdağ’dan ayrıldım. Birkaç torba ve küçük bir valizle 5 mayıs 1971 de Karaköyden Samsun gemisiyle yola çıktım. Sonra o gemiyi yaktılar.”
Tamamı : https://www.trakyagazetesi.com.tr/haber/25968683/tekirdagdaki-eski-havranin-hikayesi
Nonnas, her ne kadar İtalyan mutfağı üzerinden ilerlese de, anlattığı duygular bana 500 sene önce İspanya’dan Türkiye’ye gelen ailemin mutfak kültürü olan Sefarad mutfağını hatırlattı. Bizde de mutfak, sadece yemek yapılan bir yer değil… Nesilden nesile aktarılan tarifler, büyükannelerin sesiyle hayat bulur ve Ladino dilinde söylenen yemek isimleri, kültürel belleğin bir parçasıdır.
Kaşkarikas (Kabak Kabuğu Yemeği), Armiko de Tomat (Domates Yahnisi) gibi yemekler, hiçbir malzemeyi israf etmeden, eldeki malzemeyle lezzetli ve hikaye dolu sofralar kurmanın bir örneği. Bu yemekler sadece bir tarifin değil, bir yaşam biçiminin, yüzyılların bilgi aktarımı… Filmde gördüğüm yemek sahneleri, bana anneannemin mutfağında duyduğum o tanıdık sesi, o bildik kokuyu anımsattı. Filmi izlerken, Joe’nun yaşadığı gibi çok sayıda “flashback” yaşadım.
Tamamı : https://www.themagger.com/mutfak-anilar-ve-hatiralar-nonnas-filmi-ve-hatirlattiklari/