Bulanıklıkta evi aramak ya da Hava Nagila

Bugün size bir hikâye anlatacağım. Çoğunuza tanıdık gelecektir. Pek çoğunuzun hayatının en azından bir döneminde duyduğu, şahit olduğu, kendini içinde bulduğu hikâyelerden biri. Sonsuz hikâyeler içinde bir hikâye. Başı sonu belli olmayan, sırrı çok, düğümü sımsıkı, çıkmazı zırhla kaplanmış bir hikâye. Bir kitap ya da film olsa, başına “gerçek bir olaydan uyarlanmıştır” yazılacak türden. Veya hem kırgın hem öfkeli bir gülümsemeyle, “bu hikâyedeki kişiler ve olaylar tamamen hayal ürünüdür” yazılacak türden.

Burcu SUNAR CANKURTARAN Perspektif
13 Ağustos 2025 Çarşamba

1800’lerin İstanbul’u. Zengin bir tüccar ailesi. Beyoğlu’nun pek çok yerinde apartmanlar, hanlar, daireler, arsalar. Ailenin, her biri pek çok dil bilerek yetişen, eğitimli, meslek sahibi çocukları. Hatta ailenin bir kolu, içinden bir hahambaşı bile çıkarıyor. Çocuklardan biri, dönemin önde gelen aydınlarından, Türkleştirme politikalarının öncülerinden, dışişleri için görevler de üstlenen, Cumhuriyet’in ilk maliye müfettişlerinden. Bir diğeri kumaş tüccarlığını sürdüren, kitaplar tercüme eden, evinde baskı malzemeleri olan bir oğul. Çok erken yaşta kaybettiği eşinin ardından kendinden 30 küsur yaş küçük bir kadınla evlenen bu oğulun, iki çocuğu. Bir de ilk eşten olan, ansızın hastalanan güzel bir kız. Her birinin hikâyesi ayrı zorlu, ayrı buruk.

Tanınmış, topluma mal olmuş akrabalar, hiç tanışılmayan, adı bile bilinmeyen, varlığından haberdar bile olunmayanlar. Nerede olduğu bilinmeyen mezarlar, yolu bilinen ama kapısından bile geçilmemiş mezarlıklar. Müslüman Selanikliler, İstanbullu gayrimüslimler. Değişen isimler, saklanan kimlikler. Elden nasıl çıktığı ve hatta çıkıp çıkmadığı bile tam olarak bilinmeyen, meşhur bir aile apartmanı. İzi sürülemeyen belgeler, nasıl kaydedildiği ve kaybedildiği bilinmeyen kayıtlar. Evlilikler, gönül ilişkileri, terk edilmiş çocuklar, kendine kıyanlar, aklını yitirenler, vicdanı kararanlar. Kim olduğu bilinmeyen resimler, ne olduğu, niye verildiği bilinmeyen nişanlar. Bir bağ hissedilen ama o bağın ne olduğunun adını koymanın bile kafa karıştırdığı kişiler, olaylar, anılar. Arayıp bulunamayan bilgiler, konuşmak isteyip konuşulamayan insanlar, nasıl yıkılacağı bilinmeyen yüksek duvarlar. Kiminde saf sevgi, kiminde hırs, kiminde öfke, kiminde vurdumduymazlık, kiminde alay, pek çok insan arasında eve giden yolu bulmaya çalışırken düşülen yorgunluk. Unutmak ve boş vermek mi, yoksa hatırlamak ve merakla, iştahla anıların peşine düşmek mi, bilmemenin, bilememenin huzursuzluğu. Bulanıklık.   

Ev neresi? Aile kim? Ait olmak nasıl bir duygu? Hep söyledikleri ‘köklenmek’ nasıl bir şey? Kendinden bir başkasına güvenmek, kendini onun sevgisinin gerçekliğine bütünüyle teslim etmek ne demek? Yaşamda arkana yaslanıp bir aile sıcaklığının sonsuza dek ılık tutacağını bilmek nasıl hissettiriyor? Elinde bir resim, zorlu hikâyelerin meyvelerinden bir kız çocuğu, sanki yeterince uzun bakarsa resimdekinin kim olduğunu anlayacakmış gibi, bakıyor da bakıyor. Ne güzel bir kadın. Siyah, dantelli, şık bir elbise içinde, yakasında bir broş var galiba, saçları ne güzel toplanmış. Kaşları yay şeklinde, ruj sürmüş. Resim mi kızın elinde, o mu resmin elinde? Gizli bir hazineye kavuşmuş gibi heyecanlı ama resmin ona ait olması değil önemsediği; kalbini titreten, kendisinin o resme ait olmak istemesi. Kız, o resme ait olmak istiyor. Bir resme ait olmak; elinde tuttuğu neredeyse 100 yıllık kitaba ait olmak istediği gibi. O resmin içine girmek, ona sığınmak, onda kaybolmak, onda var olmak, onda yaşamak.      

Acıklı satırlara ara verelim biraz. Çünkü madalyonun bir de diğer yüzü var. Tanıdığınız ama aslında ilk kez gerçek anlamda tanıştığınız, sarıldığınız, hikâyelerini dinlediğiniz insanlar mesela. Gülüşünü ilk kez gördüğünüz, sesini ilk kez duyduğunuz, gözlerine ilk kez baktığınız, komik bulduğunuz, tatlı bulduğunuz, tekrar görmek için heyecanlandığınız, gelecekte birlikte anılar biriktirebilmenin hayallerini kurduğunuz, sarılmaya doyamadığınız insanlar. Geçmişe üzülmemek elde değil, ama geleceği geçmişten daha güzel inşa etmek üzere bir irade göstermek de hayati bir karar. Hepimizi var eden Tanrı, bizi bu kararı verenlerden, bizimle birlikte bu kararı verebilenlerle el ele tutuşanlardan kılsın. Ve o sırada fonda hep Hava Nagila çalsın!       

Bu ayki yazımı geçen hafta kaybettiğimiz biricik dayım Selim Ekrem Assoy’a ithaf ediyorum. Tüm kalbimle güzel ruhunun cennette huzur bulmasını diliyorum.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün