Tu BeAv yaklaşırken bu az bilinen bayram için bir yazı almaya karar verdim. Tu BeAv, Yahudi takviminin Av ayının 15. gününe denk gelir ve geçmişin yasını sevgiyle onaran, karanlık günlerin ardından doğan bir umut ışığı gibidir. Tişa B’Av’ın matemi henüz geride bırakılmışken, Tu BeAv kalplere sıcaklık ve sevinç getirir. Eski zamanlarda bu gün, genç kızların beyaz giysilere bürünüp bağlara, bahçelere çıktığı, dans ederek neşe içinde ruh eşlerini beklediği bir bayramdı. Erkeklerse onları izler, yüreğiyle bağ kurabildiğiyle hayatını birleştirirdi. Bu gelenek, fiziksel görünüşün ötesinde, ruhun ruhla buluştuğu, aşkın saflıkla kutsandığı bir ritüeldi. Günümüzde İsrael’de Tu BeAv bir “Sevgililer Günü” olarak kutlanmaya devam etmektedir.
Nedir gerçekten aşkı bu kadar önemli kılan? Neden âşık olma ihtiyacı duyarız? Çünkü varlığımızın kaynağını aşka borçluyuz. Midraş şöyle buyurur: “T-nrı, Adam’ı yarattığında yalnız kalmasın diye Kadın’ı verdi; ama Kadın aynı zamanda T-nrı’nın Adam’a sevgisinin bir yansımasıydı.” İnsan geldiği Öz’e duyduğu özlemden dolayı âşık olma ihtiyacı hisseder. Öyle ki bu özlem hissi kişiyi o kaynaktan akan başka bir nehre yönlendirir. Büyük Rav Breslovlu Nachman “Aşk, ruhun ruhu tanımasıdır” der. Çünkü âşığın başta sadece sevgilide gördüğünü zannettiği güzellik kendi ruhunda da mevcut olan Tanrısal Öz’den başkası değildir. Aşkı, şehvetten ayıran işte tam olarak da budur. Şehvet bu nehirden bir kap su içip kanmak iken aşk o nehrin içerisinde kaybolup kaynak olan denize ulaşmaktır. Kişi âşık olduğu yerde tüm benliğinden sıyrılıp sevgilisinin varlığında yok olur. Âşıkların birbirlerinde kaybolup tek vücut hâle geldikleri hâl ne yücedir. Kral Şlomo (Hz. Süleyman) Ezgilerin Ezgisi’nde bunu çok yalın sözlerle anlatmıştır. Ben sevgilime aitim, sevgilim de bana… Hasidik büyükler bu cümleyi Yahudi halkı ile T-nrı arasındaki bağa yormaktadır. Hâlbuki dünyevilikten sıyrılmış iki insanın aşkı da aynı amaca hizmet etmektedir. Eğer görünen her şeyde T-nrı’nın tezahürü vardır diyorsak nasıl aşkı tek bir kalıbın içerisinde sınırlayabiliriz.
Aşkın ödülü ise gene aşktır. Âşık olan aşktan başka bir şeyin arzusu içerisine girmemelidir. Böylesi aşka ancak aşk diyebiliriz. Öbür türlüsü pazarda meyve sebze alıp satmaktan hallicedir. Rav Eliyahu Dessler bunu “Gerçek aşk, verenin almak istemediği yerdedir.” diyerek ifade etmiştir. Gerçekten de Tora’ya baktığımızda da bunun böyle olduğunu görürüz. Yakov babamız, Rahel annemiz için yedi yıl çalıştı ama “bu süre ona birkaç gün gibi geldi, çünkü Rahel’i seviyordu” (Bereşit 29:20).
Aşkın yakıcılığı insanın çiğ etini yavaş yavaş pişirir ve zamanla onu olgunlaştırır. Bu o kadar acı verici bir süreçtir ki âşık etinin her molekülünün parçalandığını ve sonra tekrardan birleştiğini hisseder. Bu acı verici süreci tekrar ve tekrar yaşar. Gecesi gündüzüne, gündüzü gecesine karışır. Ancak ne bu tekrar edici acı onu yolundan alıkoyar ne de âşık olmayanların telkini aşkından yüz çevirtir. Yaşadığı acı ona dünyanın en lezzetli tatlısından daha tatlı gelir. Yaralar açıldıkça o sevdiğine daha da yaklaştığı için şükreder.
Ne kadar aşkın her hâli değerli olsa da daha önce de dediğimiz gibi aşkın bir gâyesi vardır. Öz’e ulaşabilmek! İşte aşk görevini tamamlayıp aradan çekildiğinde âşık yepyeni bir insan hâline gelir. Meğer tüm bu karşılık beklemeden çekilen acı dökülen gözyaşı tek bir gerçeğe hizmet etmekteymiş. İnsanın özüne yani Kutsallar Kutsalı’na kavuşmasıymış. İnsan âşık olmadan önce yaşadığını, güldüğünü zanneder ancak insan yalnız aşk ateşinde yandıktan sonra ölü bedeni dirilir, kırık kalbi onarılır ve yüzü gülmeye başlar. İşte o zaman tüm bunların bir doğum sancısı olduğu anlaşılır. Tu BeAv’ın acı ve sancı dolu günlerin akabinde gelmesi de bu gerçeğe işaret etmektedir. Düğünlerimizde söylediğimiz bir şarkı ne de güzel açıklar bu hâli: “Dikenler arasındaki gülün fısıltısını, gelinin aşkını ve sevdiklerinin sevincini anlayan O; damatla gelini kutsasın, yüreklerine bereket, yollarına nur versin!” Bu dizeler gülün dikenlerin arasında çıktığına vurgu yapar çünkü dikenler aşkın zorluklarıdır, gül ise o zorlukların ardından gelen sevinçtir. Bu gizi tam anlamıyla bilebilecek olan da yalnız T-nrı’dır. Çünkü kullarının birbirine olan aşkından daha derin olan aşkı o kullarına duymaktadır.
Kabalistik evrende ise yaratılışın derinliklerinde ezelden beri süren kutsal bir aşk vardır: Tiferet ile Şehina’nın ilahi uyumu. Tiferet, T-nrı’nın güzelliğini, zarafetini ve merhametini taşıyan kalbidir; her şeyin merkezinde duran, tüm varoluşa denge getiren bir nur. Şehina ise T-nrı’nın dünyaya en yakın yüzüdür; rahmetin, yakınlığın ve içli şefkatin dişil tezahürüdür. O, halkının acılarına eşlik eden, her dua edenin nefesinde varlığını duyuran, aşığı sükûtla sarıp sarmalayan yüce bir kudrettir. Bu iki yön, başlangıçtan beri birbirine yönelidir. Onlar asla bütünüyle ayrı düşmez; zira biri diğerini çağırır, biri diğerine yankıdır. Tiferet yukarıdan Şehina’ya sevgiyle ışık gönderirken, Şehina da aşağıdan onu karşılayan bir sevda yansıması gibi parıldar. Zohar bu ilişkiyi, ruhların en derin özlemiyle anlatır. Şehina, bazen geceyi bekleyen bir sevgili gibi bekler; bazen de halkının sevinçlerinde Tiferet’in nurunu yeryüzüne taşır. Bu bir özlemden doğan uzaklık değil, vuslata yönelen ilahi bir çekimdir. Her dua, her mitsva, her dürüst niyet ve her samimi aşk bu çekimi güçlendirir; iki ilahi yönün uyumunu tamamlamak için bir köprü olur.
Tu BeAv, beşeri aşkın görünümünde bu kozmik yakınlaşmayı simgeler. O gece gökyüzüyle yeryüzü birbirine biraz daha yaklaşır; T-nrı’nın içindeki bu kadim sevda, bir anlığına da olsa tam bir bütünlük içinde titreşir. Bu bütünlük, sadece yukarıda değil, her âşık kalpte, her içli niyette de hissedilir. Aşk burada geçici bir heyecan değil, yaratılışın özüne yazılmış sonsuz bir niyettir. Çünkü her seven kalp, aslında bu ilahi hikâyeye ait bir yankıdır; her sadık bekleyiş, Şehina’nın içimizdeki hatırasıdır. Ve her gerçek aşk, T-nrı’nın nuruna doğru atılan sessiz, ama sarsılmaz bir adımdır.