Napoleon Savaşları akabinde ortaya çıkan dünya düzeni kavramı her zaman pek popüler oldu. Oysa, olayların akışı, uluslararası – veya belki de – devletlerarası demek daha doğru olur – bir siyasi dengenin nadiren egemen olduğunu ortaya koyuyor. Özellikle yaşamı sarsan, geleceğe güvenle bakmayı olanaksız kılan dönemlerden sonra, huzurlu bir ortama öykünen toplumların arayışı böylesi dünya düzenine – world order – zemin hazırlıyor. Gücün homojen dağılımı ile dengenin sağlanması için ortak paydada buluşulması böylesi bir ortam için gerek şart. Ancak yeterli değil. Bunun korunması, ileri taşınması ve toplumların tamamının oluşan düzende yerini alması, sorumlulukları paylaşması gerekiyor. Ve tabii ki, kendilerine verilen yetkiyi bilinçli kullanan, becerikli devlet insanları… Unutulmamalıdır ki bu tip düzenlere doğulmuyor. Yani, bu düzenler doğal olmayan, inşa edilen ortamlar sağlıyor. Dolayısı ile, talebin ne kadar olgun ve isteğin ne denli samimi olduğundan bağımsız, devamlılıklarını sağlamak, diplomatik incelik, işler kurumlar, gerektiğinde etkili müdahaleler gerektiriyor.
Elbette ki, teoride güzeli ifade eden, barışı, refahın paylaşımını, fırsat eşitliğini, insan haklarını öne çıkarması gereken böylesi düzenlerin pahası olmuyor değil. Devletlerarası çıkarlar, toplumların görüşleri, düzeni hayata geçirmede, korumada, etkin şekilde kontrol etmede, olası eksen kaymalarında doğru ve yerinde müdahalelerde, yaşamsal öneme sahip.
Dolayısı ile, dünya düzeninin yenilenmesi talebi, özellikle geçtiğimiz yüzyıl başlarından itibaren, özellikle egemen güçler tarafından sıkça ortaya atıldı. Atılmaya da devam ediyor. Benim hatırladığım Başkan Bush döneminde Irak’ın Kuveyt’e saldırması ile başlayan süreçte, yeni dünya düzeni arayışı vardı. Şimdilerde Başkan Trump aynı arayışı seslendiriyor. Lakin elde olan her daim kaos… Düzen kimseye yar olmuyor.
İmparatorluklar dönemi, kendi egemen sınırları içinde kişisel emansipasyonun önünü açmış görünse de sömürgeciliğe dayalı sosyo-ekonomik yapısı ile, halklar için belirsizliği, esareti, savaşı, sefaleti getirmiştir. Gerçi 1815 Viyana Konvansiyonu, tüm yetersizliklerine rağmen, I. Dünya Savaşı’na dek uluslararası ilişkilerde uyulması gereken kuralların oluşmasına önayak olmuştur. Ancak devletlerin nüfuz alanlarını geliştirme dürtülerine yenik düşmüştür. Dünya savaşları böylesi dürtülerin yol açtığı yıkımın, çaresizliğin, acının yoluna taş döşemiştir.
Bunların sonrasındaki Soğuk Savaş dönemi örneğin, imparatorlukların ulus-devletlere evrilen siyasi yapılanmalara tanık olmuştur, fakat adil bir dünya düzeni getirmemiştir. Bu anlamda, savaşların esas galipleri Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği emperyalist davranışları ile, imparatorluklardan geri kalır yanları olmadığını göstermişlerdir. Karada, denizde, havada, hatta uzayda kutupları karşı karşıya getiren soğuk savaşın en önemli özelliği caydırıcılık üzerine oturtulmuş olmasıydı. Dünyanın nispeten sessiz kıtalarında biriken temsil edilme arzusu ile iki kutba eklemlenen “bağlantısızlar hareketi”, bana göre pastel bir karakter geliştirmişti.
Reagan – Gorbaçov sonrası dünya, gerçek anlamda düzenin değiştiği, tanımsız ve kaotik bir döneme sürüklendi. Bu Büyük Savaştan sonraki ikinci önemli kırılmadır. Demir perdenin düşmesi, Sovyet sisteminin çökmesi, Varşova Paktının anlamsızlaşma süreci derken, dengenin nerede oluşacağı bilinemez oldu.
Bir süre sonra, Rusya’nın sosyal anlamda demokratikleşme sürecine yabancı kaldığına, dokusuna işleyen siyaset şeklinden vazgeçemeyeceğine tanıklık ettik. Hatta bir adım öteye, Çeçenistan, Gürcistan, Ukrayna örneklerinde olduğu gibi, arka bahçesinde “demokrasi oyunu” oynayacaklara da müsaade etmeyeceğini, gerekirse sıcak savaşı göze alacağını gösterdi, gösteriyor ve anlaşılan, yeterli gücü bulduğu sürece, gösterecek. Tabii ki bunda, eski Varşova Paktı ülkeleri ile eski Sovyet Cumhuriyetlerinden bazılarının NATO ile AB’ye katılmaları, insan haklarını, refahın adil dağıtılmasını önceleyen bir siyaset benimsemeleri ve böylece Rus etki alanından uzaklaşmaları etkili olmuştur.
Yeni yüzyılın başında, insanlık milenyum çılgınlığından henüz kurtulamamışken, radikal İslam terörü ortalığı sağlam sarstı. Amerikan kıtasında, ABD’nin en prestijli yapıtaşlarına düzenlenen eş zamanlı saldırıların akisleri hala devam ediyor. Böylesi terör olaylarının neyi amaçladığı ise tam olarak belli değil. Önceki dönemlerde görülen baskın, kaçırma, bombalama gibi eylemler, yerini çok daha iddialı, meydan okuyan, planlaması ciddi organizasyonlar gerektirenlere bırakmıştı. Buna karşılık, sonrasında ABD liderliğinde gerçekleşen Irak ve Afganistan operasyonlarının ise, sonuçları bakımından ne kadar başarılı oldukları tartışılır.
Çeyreğini devirdiğimiz yüzyılımız için dünya düzeni neyi ifade ediyor? Bölgesel savaşlar, düzensiz refah dağılımı, liberal demokrasiden uzaklaşma eğilimi, mutlak liderlerin geri gelişi ve devlet aygıtını ele geçirişleri ve bunun bir adım ötesinde devlet ile halk arasında oluşması gereken hizmet akışının ters yüz olması, göçler ve mülteci meselesi, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, iklim krizi ve doğal dengenin bozulması, kaynak dağılımındaki eşitsizlik.
Listeyi çoğaltmak olası tabii ki! Bu kadarı bile bir süredir hakim olan düzenin, düzeni tehdit eden terör ile anlam bulduğunu söylüyor. Bugüne dek, hiçbir siyasi ve askeri gücün durumu değiştirmeye yeterli olmadığı da aşikâr. Terör kaynaklarının ortaya koydukları bir talep ise yok gibi. Oysa hedef alenen ortada. Odaktakiler ABD ile İsrail. Küresel ölçekte olsun, bölgesel ölçekte olsun, gözlemlenen her musibeti bunlara bağlamak gibi irrasyonel bir çarkın içine kapılmış, efsunlanmış bir kitle var. Bununla başa çıkmak, sosyal medyada eline klavye geçiren herkesin haber keşide ettiği günümüzde çetin bir mücadele gerektiriyor.
Terörün kutsanmasının önünü açan da bu! Peki, “yeni dünya düzeni terör ile şekilleniyor” demek olası mıdır? Ortadoğu örneğinde yaşanan tamamen bu değil mi? Kocaman bir evet demek yanlış olmaz diye düşünüyorum.