•Ankara´nın İsrail´i çok memnun edecek ikinci adımı çok daha ilginç bir yerden, Bogota´dan geldi; İsrail´in Gazze´de yürüttüğü soykırıma varan operasyonlara karşı çıkan bir grup ülke, Kolombiya ve Güney Afrika hükümetlerinin Bogota´da ortaklaşa düzenledikleri toplantıda İsrail´i ağır ifadelerle kınayan bir bildiri kabul ettiler. •Bildiriye imza atan 30 ülke arasında, Bogota toplantısında Dışişleri Bakan Yardımcısı düzeyinde temsil edilen Türkiye de var. Ancak Bogota´da İsrail´e karşı sadece “lafta kalmayacak” bir adım daha atıldı… Daha küçük bir grup ülke, hemen yürürlüğe koymak üzere, İsrail´e karşı 6 maddelik bir eylem planına da imza koydu. •Bogota´daki toplantıya ve İsrail´e kınama bildirisine katılan Türkiye ise, ilginçtir, İsrail´e karşı eylem planına imza koymadı. Neden acaba? ZEYNEP GÜRCANLI – www.ekonomigazetesi.com
Bu Haftanın “Takılanlar”ı
Bu, Dürzilerle Suriye'deki yeni yönetime bağlı birliklerin arasındaki ilk çatışma değil. İsrail de ilk kez müdahil olmuyor.
29 Nisan'da da Şam kırsalında Sünni silahlı gruplar ve Dürzi gruplar arasında çatışma çıkmıştı.
O dönem de çatışmalar önce Şam kırsalında farklı mahallelere, ardından Süveyda'ya sıçradı.
Olayların Süveyda'ya sıçraması sonrası Şam yönetimi bölgeye ordu birlikleri gönderdi.
Tıpkı bu hafta olduğu gibi, o dönem de bölgeye asker gönderilir gönderilmez İsrail, Suriye'deki yeni hükümete yönelik iki hava saldırısı düzenledi.
Ardından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, "Şam'ın güneyine güç konuşlandırılmasına ya da Dürzi topluluğa yönelik herhangi bir tehdide izin vermeyeceğiz" dedi.
Peki gerçek sebep Süveyda'ya asker konuşlandırılması mı, Dürzileri korumak mı, yoksa ikisi birbiriyle bağlantılı mı?
Bölge üzerine kitapları bulunan İsrailli gazeteci ve akademisyen Seth Frantzman, İsrail'in ülke içindeki Dürzi azınlığa verdiği sözün, Suriye'deki Dürzileri korumak konusunda etkili olduğunu söylüyor:
"Yahudilerle Dürziler arasında İsrail devletinin kuruluşuna kadar uzanan eşsiz bir bağ var.
"Esad rejiminin devrilmesi sonrası, Şam'daki yeni yönetime destek veren radikal grupların, Suriye'nin güneyindeki Dürzilere bir tehdit olduğuna inanıyor İsrail hükümeti. İsrail içindeki Dürziler de İsrail devletine, Suriye'deki akrabalarını koruması çağrısı yaptı, bu sebeple İsrail Şam'ı bombaladı."
https://www.bbc.com/turkce/articles/c4g2yvw9zl8o
İsrail'in Dürzilerle olan ilişkisi, Ortadoğu'daki güç dengelerinin değişimine paralel olarak sürekli bir evrim geçirmektedir. Suriye'deki belirsizlik, Lübnan'daki Hizbullah faktörü ve İran'ın bölgedeki artan etkisi, bu stratejik ittifakın önemini daha da artırmaktadır. İsrail, Dürzi kartını kullanarak hem Suriye'de hem de Lübnan'da kendine bir etki alanı yaratmaya ve düşmanlarını dengelemeye çalışmaktadır.
Ancak bu ilişki, tek taraflı bir bağımlılık ilişkisi değildir. Dürziler de İsrail'i, kendilerini çevreleyen ve potansiyel bir tehdit olarak gördükleri güçlere karşı bir koruyucu olarak görmektedir. Bu karşılıklı çıkar ilişkisi, her ne kadar "düşmanımın düşmanı dostumdur" ilkesinin ötesine geçerek, ortak bir kader birliği ve hayatta kalma stratejisine dönüşmüş gibi görünse de bu tip çıkar ilişkileri çoğu zaman hayal kırıklıkları ile son bulmaktadır. Gelecekte, bu ittifakın ne yönde evrileceği, hem İsrail'in Dürzi vatandaşlarının endişelerini giderme konusundaki samimiyetine hem de Ortadoğu'daki jeopolitik gelişmelerin seyrine bağlı olacaktır. Ancak kesin olan bir şey var ki, bu özgün ve stratejik ittifak, bölgenin karmaşık denkleminde önemli bir faktör olmaya devam edecektir.
İsrail’in Dürzi stratejisinin en kritik boyutu, geleceğe dönük jeopolitik tahayyülünde gizlidir. Suriye’nin olası bir federal yapıya bölünme senaryosu, İsrail için yeni bir satranç tahtası anlamına gelir. Yarı-özerk bir Dürzi kantonunun oluşması, İsrail’e hem sınır güvenliğini sağlayan bir tampon, hem de bölgesel çıkarlarını koruyan sadık bir müttefik sunacaktır. Bu senaryo, İsrail’in Ortadoğu’daki genel azınlık stratejisiyle bütünüyle uyumludur: Azınlıklar, burada etnik ya da kültürel aidiyetleriyle değil; büyük Arap çoğunluklarını dengeleyen jeopolitik araçlar olarak değer kazanacaktır.
Dolayısıyla, İsrail’in bu politik tasarımı Dürzileri sıradan bir azınlık topluluğu olmaktan çıkararak, bölgesel güç dengelerinin hesaplı hamlelerinde kullanılan kritik bir satranç taşı konumuna yerleştirmiştir. Ki zaten İsrail’in Dürzi politikası, insani bir koruma refleksi olmadığı herkesçe bilinen bir realitedir. İsrail’in bu politik tasarımı, uzun vadeli bir psikopolitik sadakat üretim projesi olarak kurgulanmıştır. Netanyahu’nun “Dürzileri koruruz” söylemi de bu bağlamda insani bir dayanışma çağrısı olmaktan çok, bir güvenlik stratejisinin ideolojik dışavurumudur. İsrail açısından Dürziler, korunması gereken kırılgan bir topluluk değil; yeni Ortadoğu düzeninin inşasında kullanılan stratejik bir jeopolitik kaldıraçtır.
https://medyascope.tv/2025/07/19/israilin-durzi-stratejisi-ve-jeopolitik-muhendisligi/
Dışişleri Bakanlığı önce İsrail’in saldırılarının Suriye’ye “sabotaj” olduğunu söyleyen bir yazılı tepki verdi. Sonra, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Kıbrıs 5’li görüşmeleri için bulunduğu Nev York’ta, Türkevi’nde gazetecilere, çatışmaları durdurmak için Suriye, ABD, Suudi Arabistan ve Ürdün’le irtibat içinde çalıştıklarını anlattı. Fidan ayrıca, MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın da doğrudan İsrail ile köprü kurduğunu da “Dürzilerin provoke edilmesi istikrarsızlık oluşturuyor” notuyla şöyle açıkladı:
“Aynı zamanda duyduğumuz, bizim kendi görüşlerimizi bu konuya ilişkin önerilerimizi, istihbarat teşkilatımız üzerinden İsraillilere de ilettik.” Fidan, İsraillilere “Türkiye, Suriye’de istikrarsızlık istemiyor” mesajının iletildiğini söylüyordu.
Dışişleri Bakanı YPG’yi güneydeki “karışıklığı fırsat bilip istenmeyen duruma girişmemeleri” konusunda uyarıyordu. “Aman diyeyim” İsrail’e güvenmeyin, ortada kalırsınız, ayrıca Terörsüz Türkiye süreci olumsuz etkilenir demek istiyordu.
İsrail'in güvenlik stratejisi, coğrafyanın sunduğu fırsat ve kısıtlamalarla uyumlu biçimde evrim geçirdi.
Klasik dönemde Batı Şeria, Golan Tepeleri ve Sina gibi bölgeler üzerinde kontrol kurarak stratejik derinlik yaratmaya çalışan İsrail, asimetrik tehditlerin yükseldiği son yıllarda bu anlayışı daha esnek ve çok katmanlı bir modele dönüştürdü.
Golan ve Batı Şeria'dan vazgeçmek İsrail için hâlâ ciddi bir güvenlik riski olarak görülürken, fırsat doğarsa Sina'da yeniden pozisyon alma isteği stratejik düşüncede varlığını sürdürüyor.
Öte yandan, güney Suriye'de istikrarsızlık arttıkça İsrail'in kuzey sınırında daha geniş bir tampon bölge ihtiyacı ortaya çıkıyor.
İsrail için Suveyda ve Golan arasındaki ilişki, yalnızca Dürzilerin yaşadığı topraklardan ibaret değil; daha derin ve çok katmanlı bir güvenlik denkleminin, Ortadoğu'nun kırılgan dengeleri içinde sürekli yeniden kurulan bir varoluş mücadelesinin yansıması.
Ankara’nın İsrail’i çok memnun edecek ikinci adımı çok daha ilginç bir yerden, Bogota’dan geldi; İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırıma varan operasyonlara karşı çıkan bir grup ülke, Kolombiya ve Güney Afrika hükümetlerinin Bogota’da ortaklaşa düzenledikleri toplantıda İsrail’i ağır ifadelerle kınayan bir bildiri kabul ettiler.
Bildiriye imza atan 30 ülke arasında, Bogota toplantısında Dışişleri Bakan Yardımcısı düzeyinde temsil edilen Türkiye de var. Ancak Bogota’da İsrail’e karşı sadece “lafta kalmayacak” bir adım daha atıldı… Daha küçük bir grup ülke, hemen yürürlüğe koymak üzere, İsrail’e karşı 6 maddelik bir eylem planına da imza koydu.
Middle East Eye sitesinin haberine göre, Bogota’da kabul edilen eylem planındaki altı madde özetle şöyle;
▶ İsrail’e silah, mühimmat, askeri alanda kullanılacak yakıt ve çift kullanımlı ürünlerin gönderilmesi tümüyle engellenecek.
▶ İsrail’e silah ya da mühimmat taşıyan gemiler, bandırası ne olursa olsun limanlara sokulmayacak, yakıt ya da herhangi bir hizmet verilmeyecek.
▶ İmzacı ülkelerin bandırasındaki yük gemileri İsrail’e hiçbir şekilde askeri malzeme, yakıt ya da çift kullanımlı malzeme taşımayacak. Taşıyan gemilerin bandıraları iptal edilecek.
▶ İmzacı olan tüm ülkeler İsrail’le halihazırda yürürlükte olan tüm kamu anlaşmalarını gözden geçirip, gerektiğinde iptal edecek.
▶ İmzacı ülkeler, uluslararası hukuk kuruluşlarının İsrail hakkında aldığı ceza ve yaptırım kararlarına tam olarak uyacak.
▶ İmzacı ülkeler, işgal altındaki Filistin topraklarında suç işleyenlerin kendi mahkemelerinde de ceza alabilmelerini sağlamak için hukuk sistemlerinde gerekli değişiklikleri yapacaklar.
Yine Middle East Eye haberine göre, Bogota’da kabul edilen bu 6 altı maddelik İsrail’in hukuksuzluklarına karşı uygulanacak eylem planına 12 ülke, Bolivya, Kolombiya, Küba, Endonezya, Irak, Libya, Malezya, Nabimya, Nikaragua, Umman, Saint Vincent ve Grenadine ile Güney Afrika Cumhuriyeti imza koydu.
Bogota’daki toplantıya ve İsrail’e kınama bildirisine katılan Türkiye ise, ilginçtir, İsrail’e karşı eylem planına imza koymadı. Neden acaba?
https://www.ekonomigazetesi.com/kose-yazisi/turkiye-neden-54362
Yeni bir araştırmaya göre Türkiye’nin sadece yüzde 2’si ABD’yi önemli bir müttefik olarak görürken, yüzde 30’u Washington’ı ülkeye en büyük tehdit olarak görüyor. Bunun ötesinde Türkiye’de Rusya’yı ABD’den önemli bir müttefik olarak görenlerin sayısı daha fazla. Pew Araştırma Merkezi tarafından yapılan kamuoyu araştırmasına göre Türkler kendilerine en büyük tehdit olarak yüzde 43 ile İsrail’i görüyor. Bu soruya ABD yanıtını verenlerin oranı yüzde 30 iken, Türklerin yüzde 2’si Çin, yüzde 2’si de Rusya yanıtını verdi.
Pew’un 2019 yılında yaptığı araştırmada Türk katılımcıların yüzde 46’sı bu soruya ABD yanıtını vermişti. İsrail’in oranı ise sadece yüzde 10’du. 7 Ekim’de başlayan İsrail-Gazze savaşının ve devamında Tel Aviv’in bölge ülkeleriyle yaşadığı gerilimlerin Türkiye’de İsrail’in tehdit algısını ciddi oranda yükselttiği görülüyor.
https://gazeteoksijen.com/dunya/en-buyuk-tehdit-artik-abd-degil-israil-246684
Kısa süre sonra Savunma İstihbaratı Teşkilatı’ndan (DIA) bir bilgi sızıntısı basına yansıdı. Bu sızıntıya göre, Amerika’nın hava saldırıları İran’ın nükleer programını sadece birkaç aylık bir süre için geriye atabilmişti. Bu bilgi basına düşer düşmez, gazeteciler, haber editörleri, dış politika uzmanları ve başkanın siyasi rakipleri hemen bu rapora sarıldı ve adeta mutlak gerçekmiş gibi sahiplendiler. Oysa durum o kadar net değildi. Bu sızan bilgi, yalnızca Savunma İstihbaratı Teşkilatı’na aitti ve istihbarat çevrelerinde ‘düşük güven derecesine sahip’ olarak sınıflandırılan, ilk aşama bir ön değerlendirmeydi. Yani bu görüş, Amerika’daki tüm istihbarat kurumlarının ortak kanaatini temsil etmiyordu.
Üstelik bazı istihbarat raporları, İran’ın zenginleştirilmiş uranyumunun hâlâ erişilemeyecek bir yerde, ağır hasar almış tesislerin derinlerine gömülü olduğunu gösteriyordu. Bu da İran’ın söz konusu nükleer programı tekrar inşa edip toparlamasının, başta öngörülenden çok daha uzun bir zaman alabileceği anlamına geliyordu. Fakat görünüşe bakılırsa, bu teknik ve stratejik ayrıntılar birçok kişi için fazla önemli değildi. Çünkü onların asıl amacı İran’ın nükleer programının gerçek risklerini anlamaya çalışmak değil, bu meseleden siyasi olarak ne tür bir çıkar elde edebileceklerine bakmaktı.
Saldırının ne derece etkili olup olmadığına dair yürütülen tartışmaların ulaştığı nokta, hem oldukça tanıdık hem de bir o kadar düşündürücü nitelikte. Washington’da şu anda iki ayrı, birbiriyle çelişen anlatı dolaşımda: Birincisi; bu saldırılar İran’ın komşularını, özellikle de İsrail’i, nükleer silahlarla tehdit edebilme kapasitesinden yoksun bıraktı, yani operasyon başarılıydı. İkincisi ise; saldırılar istenen sonucu veremedi, İran’ın nükleer silah üretme yönündeki potansiyelini artırdı ve bölgesel ölçekte büyük bir misilleme riskini beraberinde getirdi.
Sonuç olarak, İsrail çok uzun süreden beri hayalini kurduğu yeni Ortadoğu’yu tanzim etme planını gerçekleştirmek için 7 Ekim’de yaşananları da araçsallaştırarak, önce HAMAS bahanesiyle Gazze’yi yerle bir etmiş ve akabinde de Hizbullah bahanesiyle Lübnan’a ve Suriye’ye saldırmıştır. Bu sayede İran’ın vekil aktörler üzerine kurmuş olduğu bölgesel güvenlik mimarisini çökerterek, İran’ın savunmasını kendi topraklarına çekmesini sağlamıştır.
Vekillerini kaybeden İran’ın savunma gardı düşmüş ve o vakte kadar “stratejik sabır” politikası gereğince karşılık vermediği İsrail ile en güçsüz döneminde yüzleşmek durumunda kalmıştır. Nihayetinde İsrail, uzun erimli ve ısrarlı politikasının semeresini görmüş ve İran ile nükleer müzakere yürüten Trump’ın İran’ı oyalamasını da fırsat bilerek, İran’a yönelik saldırıyı gerçekleştirmiştir.
Sürecin sonunda iki taraf da ziyadesiyle zarar görmüş ve iki taraf da hedeflerine tamamen ulaşamamıştır. İsrail kendi cüssesinin çok üzerinde bir düşman ile savaşabileceğini gösterirken (tabii Batı’nın desteğiyle), İran ise tüm ambargolara ve yaptırımlara rağmen kendi balistik füzelerini yapmış olması sayesinde İsrail’e tarihindeki en büyük travmayı yaşatmıştır. Ancak günün sonunda Trump, İran’ın nükleer tesislerini B2 hayalet uçaklarından atılan GBU-57 sığınak delici bombalarla vurarak, İran’ın direncini kırmıştır. Bu saldırı, İsrail’in savaşa devam etme gerekçesini ortadan kaldırırken İran’ı da uzlaşmaya ve ateşkesi kabule zorlamıştır.
Son tahlilde, İsrail ile İran arasındaki doğrudan mücadelenin ilk raundu İsrail’in az farkla üstünlüğüyle bitmiş gibi gözükmektedir. Ancak ne 12 günlük savaş, ne de ateşkes iki ülke arasındaki sorunları çözmeye yetmediği gibi, savaşın getirdiği yeni sorunlar nedeniyle iki ülke arasındaki gerilimin devam etmesi beklenmektedir.
Türkiye açısından bu savaş hem riskler hem de fırsatlar barındırıyor. Enerji geçiş güzergahları bakımından stratejik bir konuma sahip olan Türkiye, alternatif enerji rotaları ve doğal gaz depolama kapasitesi ile öne çıkabilir. Öte yandan yükselen enerji fiyatları, cari açık üzerinde baskı oluştururken, ithalata bağımlı sektörlerde enflasyonist etkiyi artırabilir. Jeopolitik risklerin devamı, turizm kapasitesini de daraltabilir. Diplomatik açıdan ise Türkiye’nin vizyoner dış politika yaklaşımı ile ticari diplomasi alanındaki faaliyetleri ivme kazanarak bölgesel istikrara ekonomik ve siyasi açıdan katkı sunabilir.
Sonuç olarak, İran-İsrail savaşı, geleneksel güvenlik anlayışının ötesinde bir savaş türüyle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Enerji, finans, siber güvenlik ve veri trafiği artık bir savaşın belirleyici alanları arasında. Bu durum, ülkelerin hem savunma stratejilerini hem de ekonomi politikalarını teknoloji odaklı bir şekilde yeniden tasarlamasını zorunlu kılıyor.
Türkiye, bu yeni dönemi iyi analiz ederek enerji geçişlerinde merkez ülke olma, teknolojik yatırımlarını artırarak özellikle savunma teknolojilerinde kapasitesini geliştirme, bu alanda ihracatçı konumunu sürdürme ve finansal dalgalanmalara karşı sağlam refleksler geliştirme yönünde adımlar attıkça küresel rolünü daha da belirginleştirebilir.
https://kriterdergi.com/dosya-iran-israil-savasi/iran-israil-savasinin-ekonomik-etkileri
https://www.wsws.org/tr/articles/2025/07/19/arlw-j19.html
İsrail’de yaşayan azınlıkların karşılaştığı temel sorunlar, ülkenin demokratik yapısı ile Yahudi ulusal kimliği arasında süregelen gerilimden kaynaklanan yapısal eşitsizlikler çerçevesinde şekillenmektedir. Arap vatandaşlar, Dürzîler, Çerkesler, Hristiyanlar topluluklarının çoğunluğu vatandaşlık haklarına sahip olmalarına rağmen günlük yaşamda kurumsal ayrımcılıkla karşı karşıya kalabilmektedir. Siyasi temsiliyetin sembolik düzeyde kalması, bu grupların karar alma süreçlerinde etkin bir rol üstlenmesini engellerken; güvenlik politikaları ekseninde şekillenen vatandaş-devlet ilişkileri de özellikle Arap toplumu ile devlet arasındaki güven krizini pekiştirmektedir. Bazı azınlıkların orduya hizmet etmesine rağmen toplumsal olarak yeterince kabul görmemesi, aidiyet duygusunu zayıflatmakta ve kimlik çatışmalarını artırmaktadır. İsrail’in bir “Yahudi devleti” olarak kurgulanması, İsrailli tarihçi Moshe Zimmermann’ın ifadesi ile “ahlaki kaygılardan çok abartılı, takıntılı bir şekilde stratejik hesaplara ve güvenlik önceliklerine dayalı, riskten kaçınan ve çıkar odaklı bir güvenlik yaklaşımını” tetiklemekte; bu durumda azınlıkların eşit yurttaşlık temelinde haklara erişiminin güçlendirilmesi konusunun gittikçe daha fazla göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Halihazırda zor gözükse de bu konuda olumlu adımlar atılması yalnızca bu grupların refahını değil, aynı zamanda İsrail toplumunun bütünlüğünü, iç barışını ve meşruiyetini destekleyecektir. Bu bağlamda, kapsayıcı politikalar geliştirilmesi ve çok kültürlülüğü önceleyen bir vatandaşlık anlayışının benimsenmesi, İsrail’in uzun vadeli istikrarı açısından kritik önemdedir.
https://www.turkiyearastirmalari.org/2025/07/15/yayinlar/analiz/israilde-azinliklar-meselesi/
Bu bir paradoks: daha fazla dini inanç, ama daha az Yahudilik. Birleşik Krallık’taki Yahudilerin %50’si Tanrı’ya inanmanın Yahudi kimlikleri için önemli olduğunu söylese de, sonuçta Yahudi olmak yalnızca inanmaktan ibaret değildir; aynı zamanda bir halka, bir geçmişe, bir topluluğa ait olmak ve Yahudi geleneklerine göre yaşamak demektir. Bu, bir yaşam tarzı tercihi olduğu için değil, Yahudilerin yaptıkları şeyin ve kim olduklarının ayrılmaz bir parçası olduğu içindir. Görünüşe göre Britanyalıların, Amerikalı kuzenleriyle konuşacak epey önemli şeyleri var—belki öğretecekleri bazı şeyler de.
https://kritikbakis.com/daha-dindar-ama-daha-az-yahudi-amerikan-yahudiliginin-paradoksu/
ABD’de ve Batı’da İsrail karşıtlığı giderek yükseliyor. ABD’nin en kalabalık şehrinde milyonlarca dolarlık İsrail lobisi büyük bir hezimet yaşadı ve Müslüman sosyalist Zohran Mamdani Demokrat Parti’nin belediye başkan adayı olarak önseçimleri kazandı. Cumhuriyetçi Parti son 6 aydır büyük bir iç savaş içerisinde. İran savaşına müdahil olmak istemeyen Amerikalı ulusalcılar, İsrail’e çok sert tepki gösteriyor. İlk kez İsrail’e askeri yardımların kesilmesini savunan Cumhuriyetçilerin sesi bu kadar gür çıkıyor. Tucker Carlson gibi birçok muhafazakâryorumcu gemileri yakmış durumda, çok sert bir şekilde İsrail’i eleştiriyor. Özellikle Epstein listesini açıklayacağını söylemişken göreve gelince bu listenin var olmadığını belirten ve bu listede olmakla suçlanan Trump, kendi tabanıyla kavga ettikçe yara alıyor, muhafazakâr kanaat önderleri tarafından Epstein üzerinden “tehdit edilmekle, Mossad şantajınauğramakla” bile suçlanıyor. Anketlere göre Demokratların neredeyse %70’i İsrail’i desteklemiyor, Cumhuriyetçilerin 50 yaş altında İsrail karşıtlığı artıyor. Fransa’da, Birleşik Krallık’ta ve Almanya’da İsrail’i eleştirmek yeni partilere, solculara ve Müslümanlara oy getiriyor, İsrail’i desteklemek seçim kaybettirebiliyor. İrlanda, Slovenya, İspanya gibi ülkeler çok sert yaptırım kararlarını alarak Avrupa Birliği nezdinde bir kamuoyu yaratıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı’nın olası kararları bu kamuoyunu çok daha arttırabilir.İsrail her zamankinden daha fazla eleştiriliyor, İsrail’i savunmak Piers Morgan gibi sağcı isimlerce bile radikal bir konum olarak görülüyor. Devran hızlıca değişiyor. Müslümanlarla solcular el ele verip ciddi bir değişim rüzgârı estiriyor.
Bütün bunların ışığında İsrail çok net bir gerçeği görüyor. İsrail’i eleştirmenin maliyetli olduğu dönem çok geride kaldı. İsrail çok ciddi bir itibar krizi içerisinde.
Bu nedenle de tam olarak sürekli bir varoluş krizinde olmak, kendisini sürekli bir yok olma tehdidi altında hissettiğini ileri sürmek zorunda. Batı’nın olağanüstü durumlar geçince, İsrail’in varoluş krizinin hissedilmediği günlerde arkasında olmayacağı günlerin gelmemesi için İsrail’in düşerse tamamen yok olacağını belirtebileceği sürekli ama kontrol edilebilir bir istikrarsızlık peşinde.
Bu yüzden savaşı genişletiyor bir yandan da halihazırda bu desteği kaybetmemişken ileride önüne çıkabilecek her türlü olası düşmanı şimdiden yok etmeye çalışıyor. İran ve Suriye’de uzun soluklu bir iç savaş çıkarma isteğinin sebebi bu.
İsrail’in illa Suriye’yi, Lübnan’ı fiilen ilhak etmesine gerek yok. İsrail’in ilhak etmek istediği bölgeler Gazze ve Batı Şeria. Trump döneminde bunu yapmak için önlerinde büyük bir fırsat var. Maalesef bağımsız bir Filistin devletini ortak bir şekilde savunan, bölge ülkelerini bir araya getiren ve bu talebi bastıran uluslararası bir koalisyon yok. Trump tamamen keyfine ve çıkarına göre bu konuda karar verecek gibi duruyor. Bütün bölge ülkeleri kendi şahsi ikili ilişkileri peşindeyken, iki devletli çözüm ilk kez bu kadar rafa kaldırılmış durumda.
Netanyahu bu noktada, Lübnan, Suriye ve İran’da sürekli bir istikrarsızlık yaratarak, farklı kimlikler, mezhepler arasında çok uzun sürecek çatışmaları besleyerek çevresini istikrarsız, devlet vasfını kaybetmiş, kimsenin güvende olmadığı ama bir yandan kullanılan silahlar ve teknoloji açısından da İsrail’i tehdit etmeyecek kadar güçsüz, İsrail’in istediği zaman hava üstünlüğü ile yönlendirebileceği, belirli ölçüde tutabileceği kontrollü bir kaos vahaları yaratmak istiyor. Bu nedenle, İran’da nükleer kapasite yerine, rejim değişikliğine odaklı saldırılar yapıyor ve halkı isyana teşvik ediyor, bir yandan devrik Şah’ı cesaretlendiriyor; diğer bir yandan Suriye’de azınlık haklarını savunmak iddiasıyla kendisine yakın Dürzi şeyhi el-Hicri’yi İsrailli Dürzilerin şeyhi Tarif aracılığıyla yönlendiriyor, merkezi hükümet ile iş birliği yapmaması için cesaretlendiriyor. Elbette Gazze’deki bir avuç kalan Hıristiyan Arap cemaatinin 80 yaşındaki mensuplarını, kiliseleri bile hedef alan İsrail’in derdi azınlık hakları değil. İsrail’in planı çok daha büyük bir istikrarsızlık, kaosun yaşanması.
https://serbestiyet.com/yazarlar/israile-karsi-en-etkili-demir-kubbe-demokrasi-olabilir-mi-213705/
İsrailli medyum ve mistik Uri Geller, Jerusalem Post (JP) gazetesine verdiği demeçte bu iddiayı paylaştı.
https://harici.com.tr/israilli-medyum-irana-saldirida-ordu-bizi-kullandi/
https://haber.sol.org.tr/haber/emperyalizmin-bir-tanesi-1-399897
https://haber.sol.org.tr/haber/emperyalizmin-bir-tanesi-2-399926
https://haber.sol.org.tr/haber/emperyalizmin-bir-tanesi-3-399977
https://www.youtube.com/watch?v=8QTlg5npV6M
İsrailli aşırı sağcıların Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinli Hıristiyanlara yönelik son şiddet dalgasından dolayı, evanjelik liderler ve diğer dini muhafazakarlar arasında hayal kırıklığı arttıkça, Başkan Donald Trump'ın ABD'nin İsrail'e verdiği destek konusunda kendi partisinde bile bölünmeler oldu.
Evanjelist ve her daim İsrail destekçisi ABD’nin İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee bile isyan etmiş durumda.
İsrail’in aşırı sağcıları İsrail’e zarar vermeye devam ederken eli kolu bağlı Netanyahu meseleye müdahil olamıyor.
https://x.com/basyazar/status/1947009513887813726
Israel Ana Muhalefet lideri Lapid Israel medyasının pek yer vermek istemediği haberi paylaştı.
Sadece geçen hafta 3 Israel askeri intihar etti.
Tüm savaş boyunca en az 15 Israel askeri intihar etti. Buna hali hazırda PTSD tedavisi gören askerleri de eklersek durum vahim.
Israel'de medya Gazze tarafına pek yer vermiyor, genel olarak iyi haberlere odaklanmaya çalışıyorlar ancak hayatın içinde gerçekler çok farklı.
Israel'de birçok kişi e hadi bu savaş bitsin de hayatımıza geri dönelim derdinde ama savaşın etkileri henüz kendini göstermedi.
Sessiz bir çoğunluk kendi kabuğunda bağırıyor fakat duyan yok. Bir gün bu ses eminim duyulmaması mümkün olacak.
https://x.com/gbehiri/status/1944847233653878948