1934 Trakya Olayları: Sessizlikle Saklanan Bir Toplumsal Travma

Su DARSA Zaman Makinesi
10 Temmuz 2025 Perşembe

1934 yılında, özellikle Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ gibi illerde yoğunlaşan saldırılar, tehditler ve yağmalar sonucunda Trakya bölgesinde yaşayan Yahudi vatandaşlar sistematik bir şekilde hedef alınmış; korkutulmuş, malları yağmalanmış ve göçe zorlanmışlardır. Bu gelişmeler, her ne kadar Erken Cumhuriyet döneminin en kritik ve karanlık anlarından birini teşkil etse de zamanla toplumsal ve resmi hafızadan silinmiş, görmezden gelinmiş ya da bilinçli bir şekilde unutturulmuştur. Peki, bu trajik olayın tarih yazımındaki görünmezliği, Türkiye’deki toplumsal hafızanın inşası ve azınlıkların kamusal alandaki konumlandırılmasıyla nasıl bir ilişki içerisindedir?

Trakya Pogromunun arka planına baktığımızda, sadece birkaç gün süren yerel bir taşkınlıktan ibaret olmayan; tersine, derin ideolojik, sosyo-politik ve kültürel dinamiklerin bir sonucu olan bir dizi organize saldırıyla karşılaşırız. Bu olayların ardında, Erken Cumhuriyet’in ulus inşa sürecinde belirleyici bir rol oynayan aşırı milliyetçi düşünce biçimi yatmaktadır. Türk kimliğini merkezine alan bu yaklaşım, "tek millet" ve "tek dil" ideallerini temel alırken, gayrimüslim azınlıkları bu projede bir tür “yabancı unsur” olarak kodlamış ve dışlayıcı bir söylemin önünü açmıştır.

Bu dönemde devletin modernleşme ve sekülerleşme politikaları, ulusal birlik adına homojen bir toplum yaratma arzusuyla birleşmiş, bu da özellikle Yahudiler başta olmak üzere Rum, Ermeni gibi azınlık gruplarının toplumsal olarak marjinalleştirilmesine neden olmuştur. Toplumda giderek yayılan antisemit tutumlar, devlet yetkililerinin ihmali ya da doğrudan yönlendirmesiyle fiziksel saldırıya dönüşmüş; Yahudilere ait işyerleri ve evler taşlanmış, yağmalanmış; sinagoglar tahrip edilmiş, erkekler, kadınlar ve çocuklar sistematik biçimde şiddete uğramıştır. Maddi ve manevi anlamda yıkıma uğrayan yüzlerce Yahudi aile, bu koşullar altında Trakya’dan göç etmek zorunda kalmıştır.

Bu olayın ardından ne toplumdan ne de devletten güçlü ve açık bir özür ya da yüzleşme gelmiştir. Aksine, resmi tarih anlatısı bu pogromu ya tamamen yok saymış ya da "halkın kendiliğinden gelişen tepkisi" gibi yüzeysel açıklamalarla geçiştirmiştir. Bu sessizlik, yalnızca bir unutkanlık değil, aynı zamanda kolektif suç ortaklığına göz kırpan bir tutumdur. Trakya Pogromunun tarihsel bellekten silinmeye çalışılması, Türkiye’deki azınlıkların sistematik olarak ötekileştirilmesiyle doğrudan bağlantılıdır.

Bu bağlamda şu soruyu yeniden sormak gerekir: Bir toplumun tarihindeki bu tür acı olayları hatırlamaması, hatta hatırlamak istememesi ne anlama gelir? Sessizlik, zamanla suça ortak olmanın en güçlü biçimlerinden biri hâline gelmez mi? Yerel yöneticilerin ve devletin bu süreçte takındığı suskunluk, kamuoyunun büyük ölçüde tepkisiz kalması, bu ve benzeri olayların bugüne dek görünmez kılınmasının temel nedenlerinden biridir. Toplumsal hafızada bu tür olaylara yer açmak, yalnızca geçmişin acılarıyla yüzleşmek anlamına gelmez; aynı zamanda adalet, eşitlik ve birlikte yaşama kültürünün gerçek anlamda kurulabilmesi için zorunlu bir adımdır.

Trakya Pogromunun unutulmuşluğu, bizlere sadece geçmişi değil, bugünü de anlatır. Azınlıkların halen toplumsal hafıza dışında tutulması, kamusal alanda temsilden dışlanmaları, onların yaşadıklarının "önemsiz" ya da "tekil" vakalar olarak algılanmasına neden olmaktadır. Oysa bu travmalar, yalnızca azınlıkların değil, bütün toplumun vicdanında bir yara olarak kalmaya devam etmektedir.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün