Hayatınızda hiç sadece bir insan olarak bir toplulukta var oldunuz mu?
Şimdi “Bu nasıl bir soru?” diye düşünebilirsiniz. Bütün rollerinizin ve kimliklerinizin dışında sadece benliğinizle bir topluluğun içinde varlık göstermekten bahsediyorum. Mesleğinizi, ünvanlarınızı, hobilerinizi, üyesi olduğunuz cemiyetleri, memleketinizi, medeni halinizi, evlatlarınızı kapının dışında bıraktığınız bir ortam.
Yaklaşık sekiz aydır parçası olduğum bir eğitim ve gelişim programında 23 insan kimliklerinden öte bu deneyimi paylaştık.
Çok acayip bir şey! Alışılmışın dışında.
O kimliklerle kurmuş olduğumuz güçlü bağlantı çoğu zaman bizim de kendimizi tanıdığımız tek katman oluveriyor. Sıradan bir insan olduğumuzu unutuveriyoruz. En ilginci de bu şekilde kurulan bir bağda o sıfatların anlamsızlığını fark ediyor insan. Ve tabii benzerliklerimizi, kırılganlıklarımızı, zaman içinde geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarımızı…
Tam da bunlar kafamda dolaşırken kütüphanemden çektiğim kısacık bir José Saramago öyküsü eşzamanlılığı ile çarpıyor beni: Bilinmeyen Adanın Öyküsü.
20-25 dakikada okuyabileceğiniz 50 sayfalık kısacık bir öykü.
Adamın biri günün birinde krala gider ve ondan bir tekne ister. Bilinmeyen adayı bulmak istediğini söyler; halbuki kralın cevabı basittir: Bütün adalar haritada bulundu. Bilinmeyen ada yok! Adam ısrarcıdır. Kolayına vazgeçmez:
(Tahmin edeceğiniz üzere öykü başlı başına büyük bir metafor. Ada, yolculuk, harita hep sembol.)
… ben bilinmeyen adayı bulmak istiyorum, o adaya ayak bastığımda kim olduğumu öğrenmek istiyorum. Bilmiyor musun ki Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin…
Kendinden dışarı çıkmak bütün kimliklerini, hikayeni bir kenara koymak.
Halbuki biz o kimliklerden vazgeçemiyoruz ki! Sahip olabilmek için harcadığımız yılların hatırına (hatta kimi zaman bir ömrün!)…
Cesaret istiyor kendinden dışarı çıkmak. Bakacağın ve göreceğin şeyden memnun olmama ihtimali de var.
Hayal kırıklığı yerine bu durumun mutlak olmadığı ve değişim için fırsat olduğunu hatırlamak her şeyi değiştirebilir.
Yoksa neden kendine dışardan baksın ki insan, değil mi?
***
Bir de kendimizi nasıl tanımladığımıza ve dolayısıyla bu yaşamdaki eylemlerimize, potansiyelimize doğrudan etki eden kendini hikayesiyle özdeşleştirme hali var. Başka bir var oluş halini hatırlayamayanlarımız… Yaşanılan çoğunlukla iz bırakan bir olayın gölgesinde anlam bulmak. Bu ‘keyifli’ bir olay, anlam, rol olmayabilir; hayatımızın merkezine yerleşmesi ve bizi tanımlaması yeterli…
İşte bir başka kendinden dışarı çıkamama hali.
Günlük yaşamda da çok işlevsel bir yeri var şu kendinden çıkıp kendine dışardan bakma halinin:
Trafikte sana yol vermeyen sürücü, market kasasında yavaş çalışan personel, siparişini hatalı getiren servis elemanı…
Tepkilerine dışardan baksan? Gördüğünden hoşlandın mı?
Haklı haksızdan ötesini hatırlamak ve kendini gözlemlemek.
Huzur biraz huzur. Bütün isteğim buydu! (MFÖ’nün Bodrum Bodrum’una göndermeJ)
Bilinmedik bir ada olsan nasıl tepki verirdin?
***
“Bilinmeyen bir adayı bulmak için….
Saçma, bilinmeyen ada kalmadı artık….
Haritalarda sadece bilinen adalar var, peki bulmak istediğin bu bilinmeyen ada neyin nesi?
Bunun cevabını bilseydim ada zaten bilinmeyen olmaktan çıkardı...”
İçsel bir yolculuğa davet var Saramago’nun bu sözlerinde. Seçimlerimize, tepkilerimize, ilişkilerimize taze bir bakış açısı ile bakma fırsatı. Çoğu zaman çok da üstüne düşünmeden alışkanlıklar ve bize öğretilenlerin ışığında yaşıyoruz hayatı. Bilindik adalarda geziyoruz. Haritada önceden oluşturulan rotaları takip ediyor, kestirme yolları kullanıyoruz. Kimimiz en hızlı rotayı kimimiz en ekonomik olanı seçiyoruz.
Gel gör ki keşfe, maceraya, bilinmeyene yer açmak için cesaret etmek aklımıza bile gelmiyor. Haritayı elden bırakamaz olduk velhasıl…
Rota oluşturuldu.
Peki ya varış noktası? O haritanın bizi ulaştıracağı yer neresi? Son noktaya varmak içinse öyle de böyle de varacağız oraya. Hepimiz ölümlüyüz nihayetinde. Bilindik sularda gezip sonunda ölmek için mi yaşıyoruz?
***
Her çocuk bilinmeyen bir ada.
Başlangıçların en safı, en tazesi en umut dolusu olan ebeveynlikte bile bilindik adalarda geziyoruz. Öğretmenlik ve ebeveynlik maruz kaldığından uzağa düşmüyor bilinçle ve farkındalıkla yaklaşılmadıkça… (deneyimle kanıtlanmıştır!)
Yadırgasan da yaralanmış olsan da, yargılasan da kendini benzer davranışları sergilerken buluveriyorsun.
Kaçırdıklarımızın kaygısından mı musallat oluyoruz çocuklarımıza? Bildiğimiz rotalardan bilinen adalarda gezsinler diye mi bunaltıyoruz onları? Kendi deneyimlemelerini ve bu deneyimlerin sonuçlarına katlanmalarını izleyemiyoruz. Hep bir “arama kurtarma”, “yeni rota oluşturma” uğraşındayız…
Bilinmeyen adayı aramadan önce…
Niyetimiz keşif olsa…
Onu şekillendirme, tasarlama, yaratma değil; bizden öte – Halil Cibran’ın ünlü şiirini hatırlayın:
“Çocuklar sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayatın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.”
Onu kendi haliyle, getirdikleriyle hediyeleriyle; kısacası olduğu haliyle tanıma arzusu.
Pusulamız merak, şefkat, paylaşım ve eşlikçilik olsa, nasıl olur?
Kulağa hoş gelen bu kavramlar uygulamada zor… Çünkü bilindik rotaları güvenli buluyoruz.
Bilinmeyenin sürprizlerine, rüzgarlarına yerimiz yok.
Ebeveyn olmak “musallat olmak” olmamalı!
Onları bunaltmadan kendi en iyi versiyonlarına ulaşmaları için nasıl destekleyebiliriz? Biraz da buna kafa yormak lazım.
***
Hayal kurmayı unutan öğrencim geldi aklıma bu satırları yazarken. O kadar gerçekçi bir yerden bakmaya çalışıyordu ki geleceğine onu heyecanlandıran, umutlandıran hayallerine yer yoktu. Hızlıca dünyanın bilinen adalarında dolaşıp bilinen başarılarından birine ulaşmalıydı. Onun adası olması fikri bile yeterince kaygı vericiydi.
Neyse ki hayallerine kavuştu bu öğrencim. Ve çok yakında kendini yeşerteceği bir yolculuğa çıkıyor. Heyecan verici. Kim bilir nasıl bir ada bekliyor onu?
Hayal kurmak, kendini gerçekleştirmek neden 40+ wellness tutkunları için olsun? Gerçekten hayatın en dinamik yıllarını kaçırmak mı gerek bilinmeyen adayı aramak için?
Neler oluyor bize?
Değerlerimiz kime ait?
Bir başka öğrencim de zorlanmadan gelen başarıyı değersiz buluyor. Onun da hayalleri yok; zevk aldığı, içinde yeşerdiği ve etrafını yeşertebileceği seçenekleri değersizleştirerek sadece zorluğu merkeze alıyor. Böylece keyif ve keşif hem çok özlediği ama ne yapıp edip kendini mahrum bıraktığı bir değere (değersizliğe) dönüşüyor. Zor olan bilindik. Zoru başarmak takdire şayan. Ne işe yarayacak tartışmaya açık!
Bu değerleri bu gençlere yükleyen biz ebeveynleriz; sevilme, ait olma ve kabul ihtiyaçları doğrultusunda doz ayarını onlar yapıyor.
Her zaman “ebeveynliğiniz kendinizle ilişkinizin bir yansımasıdır”, derim. Önce kendinizle ve yaşamla kurduğunuz bağa bakın. Şöyle bir çıkıverin az dışarıya…
Yolculuk ne tarafa?