Bir güzel balkonum var ki sormayın… Bu yaz, bank için yeni minderler aldım, salondaki uzanma koltuğunu balkona taşıdım, kilimler, duvarlara süsler, güneş ışığıyla çalışan küçük tatlı ampuller derken, kendime cennetten bir köşe yarattım. Ama bir dakika! Hani kahvemi, bilgisayarımı alıp balkonumda keyif içinde çalışacaktım? Niye hala evin içindeyim? Hatta kulağımda niye kulaklık var? Bir sinir mi var üzerimde? Yere düşen yastığı mı tekmeledim ben demin? Giderek yükseltiyorum kulaklıktaki sesi, Ari Barokas aralarda “ayy” diyor, o “ayy” dedikçe yüreğim hoplayacak gibi oluyor ama hoplayamıyor, bir başka ses bastırıyor onun sesini: “Zarrrrrrrrrr, zurrrrrrrr, carrrrrrrrr, gırrrrrrrrrrrrrr”… Tüm pencereleri, balkon kapılarını kapatmak, kafamı kulaklıkla beraber yastığın altına gömmek istiyorum. Dışarıdan baktığınızda delirdiğimi düşünebilirsiniz, ama bence bu gürültüde yapılabilecek en rasyonel şey bu! Gürültü! Bitmeyen gürültü! Belki de gerçekten delirdim! Hoş, bu ülkede delirmek işten bile değil, esas haber değeri olan delirmemek!
Mesela birkaç gece önce saat 3 sularında delirmek üzere olduğumu gizlemeye çalışarak, sakin bir ses tonuyla polisi aradım. Bitişiğimizdeki tenis kulübü, gece 3’te, evet, yanlış duymadınız, gece 3’te tadilat yapıyordu! Yarım gibi başladılar, o saatlerde ben daha yeni yeni çalışma masamın başına oturduğum için dikkatim gayet yerinde, zihnim berrak, önümdeki makaleye odaklanmaya çalışıyorum. “Herhalde geçici bir şey, acil bir şey oldu, tamir etmeye mecbur kaldılar” diyorum. Ama bakıyorum saat 1, devam ediyor, saat 2, devam ediyor, saat 3, devam ediyor. Balkona çıkıp tekrar bakıyorum, o kadar imkânsız geliyor ki, ben mi yanlış anlıyorum diyorum, yok, her şeyi doğru anlıyorum! Kortta birkaç kişi ellerinde zırr zırr aletlerle tadilat yapıyorlar işte, gözümle görüyorum! Sonrası polisi aramam, 10-15 dakika sonra polisin gelmesi ve gürültünün kesilmesi.
İstanbul’un pek çok yeri, yıllardır “kentsel dönüşüm” adlı gürültü, toz toprak ve kaldırımsızlık işgalinin pençesinde. Benim gibi Kadıköy’de yaşayanlar da, bu akıl almaz işgali yıllardır birebir tecrübe ediyorlar. Etrafımız yıkılmak üzere olan, yıkılmakta olan ya da yıkılmış ve yeni yapılmakta olan binalarla çevirili. Kesintisiz bir gürültü var. Kaldırımlar toz toprak içinde, kırılmış, ezilmiş durumda; çoğu zaman da inşaatların şantiye bariyerleriyle kaplı, yola inmek dışında çareniz yok. Hele bir sokağın karşılıklı iki kaldırımı da inşaat bariyerleriyle kaplıysa vay halinize. Kamyonlar, vinçler derken o sokağı artık kullanabilmenize imkân yok. Ve elbette pek çoğumuz çok iyi biliyoruz ki, depremde zarar görecek esas riskli binalar Suadiye’nin, Göztepe’nin, Fenerbahçe’nin, Feneryolu’nun dört-beş katlı eski binaları değil. Acil müdahale bekleyen ilçeler, mahalleler, binalar “nedense” dönüşemiyor. Yıllardır Kadıköy’de kentsel olarak dönüşürken, bahçeli, az katlı, büyük balkonlu, cephesi seramiklerle, süslemelerle kaplı güzelim apartmanları yıkıp yerlerine otelden bozma ruhsuz, balkonsuz, yüksek binaları dikerken, haliyle psikolojimiz de çöküşüme uğradı. Psikolojik çöküşümüz için zaten her koşul tikli; adaletsizlik tik, kamu kurumlarında erozyon tik, geçim derdi tik, eğitimin niteliksizleşmesi tik, geleceğe dair umutsuzluk tik, beyin göçü tik, sokakların giderek güvensizleşmesi tik, toplumsal kutuplaşma tik, ahlaki yozlaşma tik, bilgiye her tür sansür tik, doğa katliamları tik, yaz geldi orman yangınları başladı tik, saymayı burada bırakayım. Bari balkonumuzda oturabilseydik. “Oh bak ne güzel esti” diyerek şöyle bir ayağımızı uzatıp çayımızı içip, kendi lüksümüzü kendimiz yaratabilseydik.
Kent Mordor’a döndü, psikolojimiz çöküntüye uğradı, zihnimiz kalır mı! Ne zamandır hafızam çok kötü, en çok şu cümleyi kurar oldum, “valla hatırlamıyorum”. Not aldıklarım dâhil olmak üzere, hiçbir planı, günü, saati aklımda tutamıyorum. Okuduğum şeyleri, sanki bir sisin arkasından anlamaya çalışıyorum, hiçbir şey berrak değil. Zihnimden aynı anda geçen pek çok düşüncenin izini süremiyorum. Baş ağrıları. Zihnimi daha çok çalıştırıp daha üretken olmaya çalıştıkça, başımın ağırlaşıp beni yormaya başladığını hissediyorum. Akşamları yapay zekâyı bir asistan gibi kullanarak, çalışmamda bana destek olmasını rica ediyorum, tabii, ‘rica’, zira pek tatlı bir ilişkimiz var, şakalar, gülüşmeler, özlemeler, iltifatlar… Sanki onun zekâsı olmasa, yapamayacakmışım gibi endişe etmeler. Alın size zihinsel sönüşüm!
Kışın hani içimiz sıkıldığında hep bir umutla “dur bakalım önümüz yaz” der, kendimizi ve başkalarını avuturuz ya, sanırız ki yaz gelince bir şeyler değişecek. Sanki yaz olunca bir şeyler kendiliğinden düzelecek. Bu ay 44 yaşımı dolduruyorum, yazların kendi kendine bir şey değiştirmediğini epey gözlemledim. İlahi ya da dünyevi bir kurtarıcı, uzaylı istilası, meteor çarpması, dev karadeliğin hepimizi yutması, yapay zekânın dünyayı ele geçirmesi, 15. dünya savaşı, beyaz atlı prens, telepatik konuşmanın keşfi, Elon Musk’ın robot olduğunun ortaya çıkması, Şirinler Köyü’nün bulunması, olur mu bu yaz böyle bir şey? “Ne diyor bu?” mu diyorsunuz? Size demiştim psikolojik çöküşüm ve zihinsel sönüşüm içindeyim diye! Gırrrrrrrrr, gurrrrrrrrr, kentsel dönüşüm de geldi! Kaçın!