Yaşamın tanığı – tuz!

Antik dünyanın her kültüründe tuz, dostluğun, şefkatin ve cömertliğin bir işaretiydi. Tuzun öyküsü, insanlık tarihinin ışıltılı, çoğu zaman şaşırtıcı bir parçasıdır.

Moşe PASENSYA Kavram
12 Haziran 2025 Perşembe

Yisrael halkı tuza bir ‘antlaşma işareti’ olarak saygı gösterdi. Mısırlılar mumyalama sanatında vücudu ‘Natron’ adı verilen bir tuz karışımı içinde kuruttu. Fenikeliler için ‘ticaretin bir parçası’ oldu. Persler onu bir ‘erdem ve zarafet’ amblemi olarak onurlandırdı. Arap kültürü bunu bir ‘iyi niyet’ göstergesi olarak değerlendirdi. İsa kendi takipçilerini ‘yeryüzünün tuzuna’ benzetti. 

Dört Emmy ödülü, yedi kez Prime Time ve bir Altın Küre alan 2005 – 2007 yılları arında CNBC kanalında yayınlanan ‘Rome’ dizisini mutlaka hatırlayanlarınız vardır.

Dizinin ilk sezonu MÖ 49 yılında başlıyordu. Sezar yönetimindeki Roma Cumhuriyeti'nin Galya ve Mısır'daki mücadelesinin ardından Jül Sezar'ın ölümü, Roma Cumhuriyetinin Roma İmparatorluğuna dönüşmesi ve senatoda yaşanan çekişmeleri anlatıyordu.

Bir karakter Roma ordusuyla karşılaşıyor. Bu muazzam kitlesel kalabalığın içinde bir arkadaşını bulmaya çalıştığı bir sahne vardı. Cep telefonu yok. Sadece bağırıp doğru kişinin de duymasını umması gerekiyor. Başka yapabileceği bir şey yok. Karakter arkadaşının nerede olduğunu bulabilmek için askerlere rüşvet vermeye başlar. Onlara para ile değil tuzla rüşvet verir. (O dönem Romalı askerlere ‘Salarium Argentum’ denen tuz tayını dağıtılıyordu. Bunun nedeni, o dönemde cep telefonu olmadığı gibi, buzdolabı da yoktu. Yemek çok değerliydi ve yiyecekleri koruyacak şey de eşit derecede değerliydi.)

Böylece ‘tuz/sal’ kelimesinin sıfat biçimi olan ‘salarius’ (tuzla ilgili bir şey anlamında) kelimesini Fransızlar ele alıp bugünkü ‘maaş/salory’ (Tuz satın alma ödeneği) kelimesine dönüştürdü.

 

Rönesans’ın Yükselişi ve Tuz

Venedik, tuz tekeli sayesinde ekonomik büyüklüğe erişti. Tuz, lagün halkı tarafından buğday satın almak için para birimi olarak takas için kullanılan başlıca mallardan biriydi ve bu nedenle Venedik'in gelecekteki ticari başarısının başlangıcıydı. 1281 yılında, Venedikli tüccarların, ‘Ordo Salis’ (tuz kuralı) olarak bilinen politikaya göre, gemilerin boş değil tuz yüküyle Venedik'e dönmeleri ve böylece maliyetlerin düşürülmesine yardımcı olmaları gerekiyordu. Sonuç olarak güçlü bir tuz otonomi sistemi kuruldu.

 

İronik olarak aynı tuz günümüzde Venedik’in en büyük problemi olmuş durumda. Sel sularının kristalize ettiği tuz, Venedik'teki birçok bina, duvar resmi ve fresk için büyük bir tehdit oluşturmakta. Venedik, şehri ve lagünü korumaya yönelik genel bir müdahale planı başlattı.

Bu projenin adını biliyor musunuz? Suları yardığı için ‘Mose’ projesi adını taşıyor.

Bolivya'da da benzer şekilde, tuz üreten bölge turistik bir cazibe merkezidir ve tamamen tuzdan inşa edilmiş bir otel içerir. Palacio de Sal dünyanın en büyük tuz düzlüğü olan Salar de Uyuni'nin kenarında yer alır. Salar de Uyuni Gölü birkaç metre kalınlığında bir tuz kabuğuyla kaplıdır. Yağmurdan sonra burada ince, sakin bir su tabakası birikir ve dünyanın en büyük aynasına dönüşür. Bölge, dünya gözlem uydularının altimetrelerini kalibre ettikleri ideal bir yere dönüştü. Ayrıca flamingoların temel üreme alanıdır. Bilinen birçok filme (Star Wars) plato görevi görmüştür.

 

Gandi ve Tuz Yürüyüşü

Ömrü boyunca ırkçılıkla mücadele edip Hindistan’ın bağımsızlığını kazanması için uğraşan Mohandas Karamchand Gandhi, 1869’da Porbandar’da doğdu.

Ailesi Gandhi'nin avukat olmasını istiyordu. Londra’da hukuk okudu. Hindistan’a dönünce iki yıl avukatlık yaptı. İşler istediği gibi gitmeyince önce lise öğretmenliğini, ardından arzuhalciliği denedi. Her ikisi de içine sinmeyince Güney Afrika’daki bir Hint firmasının teklifini kabul etti ve birinci sınıf kompartımanda yola çıktı. Bu yolculuk onun için dönüm noktasıydı; trende ayrımcılığa maruz kaldı. Görevlilere biletini göstermesine rağmen onu ‘siyah’ olmasından ötürü üçüncü sınıf kompartımana göndermek istediler. Reddedince trenden atıldı. İlk defa sessiz bir ‘yasalara uymama kampanyası’ başlattı ve pasif direniş politikasını hayata geçirdi.

Daha sonra ‘Satyagraha’ diye adlandıracağı bu hareket, hiçbir ayrıcalığı olmayan kitlelerin adalet ararken kullandıkları bir güce dönüşecekti. Kötülüğe karşı şiddete başvurmaksızın direndiler.

Satyagraha, Hint halkının İngiliz emperyalizmine karşı savaşımının temel yöntemi oldu. Güney Afrika’daki başarısının ardından tam 21 yıl sonra, ülkesi Hindistan’a dönen Gandhi artık Hintliler için ‘Bapu (baba) ve ‘Mahatma (yüce ruh) idi. Britanya’nın Hindistan’dan vazgeçmesi elbette kolay değildi. Hindistan Ulusal Kongresi 26 Ocak 1930’da bağımsızlık ilan etti. 12 Mart’ta da Gandhi ve yoldaşları ünlü ‘Tuz Yürüyüşü’ne başladı. 1762’de hazırlanan Tuz Yasası sayesinde Britanya, tuz tekeline sahip olmuştu. Gandhi için bu yasayı delmek çocuk oyuncağıydı. 388 kilometrelik mesafeyi 24 günde yürüyen Gandhi, yerden çamura bulanmış bir avuç tuz aldı ve temizledi. Tuz yasası ihlal edilmişti. Çağrısına uyan binlerce köylü de tuz çıkarmaya başlayınca Gandhi istediğini elde etmişti. Yasa işlemez hale getirilmişti bile.

Bir Arkadaşlığın Başlangıcı

Rusya’da geleneğe göre, konuklar ulusal kostümler giymiş bayanlar tarafından, üstünde bir tuzluk ve bir havlu üzerinde büyük bir yuvarlak somun ile karşılanır. Bu ulusal devlet protokolünün vazgeçilmez parçası olmuştur. Misafir, ekmeğin bir parçasını dikkatlice kırmalı, tuza batırmalı ve yemelidir (Amotsi). Bu, iki taraf arasında bir dostluğun başlangıcı olarak kabul edilir.

Ruslar 19. yüzyıl sonunda Bulgaristan’ı Osmanlılardan kurtarmaya geldiklerinde o dönem Bulgar köylü kadınları Rus askerlerini ekmek ve tuzla karşılamıştı.

Günümüzde Polonya’da yeni evliler kilise düğününün dönüşünde ebeveynleri tarafından ekmek ve tuzla karşılanır. Kuzey Almanya ve Bohemya'da (Çek Cumhuriyeti) yeni doğmuş bir bebeğin bezine konur. Arap kültüründe “Aramızda ekmek ve tuz var” deyimi iki kişi arasında yeme ittifakının bir ifadesi olan ahlaki bir zorunluluk olarak kabul edilir. 

İngiltere ve İskoçya'da gelenek, yeni yılın ilk gününde görülür ve eve ilk giren kişiden ekmek, tuz ve kömür getirmesi istenebilir. Eski İskoçya'da, biranın mayalanmasına, cadılar ve kötü ruhlar tarafından mahvedilmemesi için tuz ilave edilirdi. Aslında, eklenen tuz, damıtmada aşırı fermantasyonu ve bu nedenle potansiyel ‘bozulma’yı önlerdi.

Manevi Olarak Tuz

Biz her zaman ilişkisel yaratıklar olduk ve bugün bu metafor hâlâ ruhsal rezonansa sahip. Tuz, birçok kültürde dini ritüelde saflığı simgeleyen hayati bir rol oynamıştır. Banyoda tuz, ayin veya dua öncesi; aurayı temizlemek, çakra enerjisini yenilemek ve psişik titreşimleri artırmak için kullanılır.

Budist geleneğinde tuz, kötü ruhları iter, bu nedenle bir cenazeden sonra eve girmeden önce omzuna tuz atmak gelenekseldir. Sırta yapışmış olabilecek kötü ruhları korkutur. 1933'te Dalai Lama bir tuz yatağına oturtularak gömüldü.

Bugün Hindistan'da iyi şansın güçlü bir sembolü olarak tuz toplamak üzere denize sembolik bir yürüyüş yapmak ve birbirlerine tuz armağan etme geleneği sürmektedir.

Japonya (Şinto), tuzun temizleyici ve saflığın koruyucusu olduğuna inanıyor. Misoginin arınma ritüellerinde (vaftize benzer bir kavram), kişiden tüm ruhsal kirleri çıkarmak için tuz kullanılır. Doğum sırasında anne kendini tuzlu suda yıkayarak arındırırken alanı da temizlemek için odanın etrafına tuz serper.

Düğünlerde ise tuz arınmak için değil, ‘yaşam gücünü’ sağlamak için kullanılır. Restoranlarda, mağazalarda, tiyatrolarda ve diğer halka açık yerlerde, işletmeyi arındırmak için girişin yanında koni şeklindeki iki tuz yığını konduğuna belki şahit olmuşsunuzdur.

Tuz sporda bile devreye giriyor. Sumo güreşçileri, Şinto ayini olan bir maç için ringe girmeden önce, kötü ruhları kovmak için minderin merkezine bir avuç tuz atar.

Bir mutfak düşünün ki tüm felsefesi yiyeceklere saygı duymak ve bu mutfaktan yanmadan çıkamazsınız. Mevlevi kültürü eğitiminin ilk başlangıç noktası olan mutfak ve bu mutfağın ilk aşçısı kabul edilen Ateşbâz-ı Velî Hazretleri’dir.

“Hamdım, Piştim, Yandım”

Önceki yazılarımda öğrenmenin sadece üç şekilde gerçekleşebileceğini anlatmıştım.

Hamdım - Dışarıdan edinilen bilgi. Piştim - Deneme/Yanılma yöntemi ile elde ettiğiniz bilgi. Yandım - Ateşin içinde kavrularak; ateşin kendisi olma yoluyla elde edilen bilgi ki bu üçüncü öğrenme şeklini bizler sezgi olarak tanırız.

Mevlana’nın hayat öğretisini tarif etmek için kullandığı bu sözler, bize ‘Mevlevi Mutfağı’nın da kapılarını aralar. Zira mutfak, dervişlerin Mevleviliğe adım attıkları, pişip olgunlaştıkları yerdir.

Aşçı Dede’nin huzurunda ikrar verenler, kabul görürlerse üç gün boyunca mutfakta saka postunun üstünde oturmakla görevlendirilir. İhtiyaçları dışında yerlerinden kalkmadan sadece etrafı gözlemlerler. Üçüncü günün sonunda kalmaları uygun bulunursa, Kazancı Dede'nin huzuruna götürülürler. Kazancı Dede'nin onayını almaları halinde; bu kez 18 günlük ayakçılık hizmetine atanırlar. Bu süreci de başarıyla tamamlayanlar, mutfak tennuresini giymeye hak kazanır. Böylece Kazancı Dede'nin himayesinde mutfakta 1001 gün boyunca devam edecek çile dönemi de başlamış olur. Amaç elbette ki Allah’ın insanoğluna sunduğu olağanüstü yiyeceklere karşı saygı duymayı ve şükretmeyi öğrenmektir. Bu nedenle ‘Mevlevi Mutfağı’nda yemek faaliyeti, baştan sona bir ibadet hali gibidir. Yemeğin pişirilmesi kadar sofra (somat) adabına da büyük önem veren ‘Mevlevi Mutfağı’nda sabah ve öğlen olmak üzere günde iki kez sofra kurulur. Kazancı Dede’nin duasının ardından, yemeğe topluca başlayıp topluca bitiren Mevleviler için yemek boyunca çıt çıkarmamak en önemli sofra kurallarından biri. 

Yemek ritüeli bir çeşit ibadet hali… 

Oldukça zengin bir mutfak kültürüne sahip olan Mevlevi sofrasında tuzun yeri ayrıca önemli. Ağza atılan bir tutam tuzla yemeğe başlayan Mevleviler, kapanışı da yine tuzla yaparlarmış.

Aşçılık - ateşle oynayan anlamına gelen Ateşbâz’ın Matbah-ı Şerîf’i bir terbiye makamı idi. Halk arasında Ateşbaz Veli’nin türbesini ziyaret edenlere dağıtılan tuzdan bir tutam alıp mutfaklarına götürmek, ziyaret eden kişilerin mutfaklarına bereket getireceği inancı yaygındır.

Hz. Mevlâna sağlığında, Ateşbâz-ı Velî’ye hitaben; “Tuzunu alan şifa bulsun, hâcetleri kabul olsun, aşları artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin…” diyerek bu tuzun hikmet ve kerametine işaret etmiştir.

“Onlar Hayallerini Pişirirler”

Bir sonraki yazımın başlığı olan “Hayatınıza bir tutam tuz eklemelisiniz!” ile “Şabat yemeğinde hala ekmeğini neden tuza batırıyoruz? Evimizin bereketi (mazal) ile nasıl bir bağlantısı var? Kutsal Kitap’ta (Tora) sözü edilen ‘Tuz Antlaşması’ nedir?” gibi sorulara cevap bulmaya çalışacağız.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün