Soğuk bir mart günü, Kremlin’in karanlık koridorlarında uğultular dolaşıyordu. Josef Stalin’in ölüm haberinin yayılmasıyla, yıllardır korku içinde yaşayan Sovyet bürokratları derin bir nefes almıştı. Ama birileri için bu ölüm, sadece bir tiranın sonu değil, aynı zamanda idam sehpasından kurtuluş anlamına geliyordu. Onlar, Stalin’in son komplosunun kurbanlarıydı: Yahudi doktorlar…
Bu doktorlar, Sovyet devletinin en güvenilir hekimleriydi; ancak Stalin’in gözünde artık birer hain, birer casustu..
II. Dünya Savaşı sona ermiş, Nazi Almanyası yenilmişti. Ancak Sovyetler Birliği için yeni bir savaş başlamıştı: Soğuk Savaş... Stalin, artık tek düşmanın Hitler olmadığını biliyordu. Batı dünyası ile arasına kalın bir demir perde çekmiş, her yerde casuslar ve hainler aramaya başlamıştı.
İlk hedef Yahudi entelektüeller oldu.
1948 yılında, Sovyet Yahudi Anti-Faşist Komitesi üyeleri tasfiye edildi. Bu komite, savaş sırasında Nazi karşıtı propaganda yapmak için kurulmuştu. Ama Stalin’in gözünde artık bir tehdit haline gelmişlerdi. Siyonizm, Amerikan emperyalizminin yeni bir aracıydı ve Sovyetler’de Yahudilere yer yoktu.
Peki Stalin’in Yahudilerle derdi neydi?
Josef Stalin’in Yahudilere karşı tutumu tamamen politik çıkarlarla şekillenmişti. 1920’lerde ve 1930’larda Sovyetler Birliği’nde resmi bir antisemitizm karşıtı söylem benimsenmişti. Sovyet propaganda makinesi, Yahudilere yönelik ayrımcılığı ‘burjuva gericiliğinin bir parçası’ olarak gösteriyordu. Ancak bu söylem, Stalin’in iktidarı boyunca giderek artan bir Yahudi karşıtlığına dönüşecekti.
1930’larda Stalin, Yahudileri Sovyet toplumuna entegre etmeye çalışıyor gibi görünüyordu. 1934’te, Yahudilere özerk bir bölge verilerek ‘Birobidjan Yahudi Özerk Bölgesi’ kuruldu. Ancak bu bölge, gerçekten Yahudileri desteklemekten çok, onları Sovyet ideolojisine entegre etmek için bir araçtı ve asla güçlü bir Yahudi kültürel merkezi haline gelmedi. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi karşıtı propaganda için Sovyet Yahudileri kullanıldı. Sovyetler, Nazi Almanyası’na karşı Yahudi entelektüelleri ve liderleri destekledi. 1942’de Sovyet Yahudi Anti-Faşist Komitesi kuruldu, Yahudi liderler Batı dünyasından destek almak için propaganda yürüttü.
Ancak savaşın sona ermesiyle Stalin’in Yahudilere bakışı tamamen değişti. Sovyetler Birliği, Batı ile Soğuk Savaş’a girdiğinde, Batı ile bağları olan Yahudiler ‘güvenilmez unsurlar’ olarak görülmeye başlandı. Yahudi aydınlar ve sanatçılar, ‘kozmopolit’ ve ‘burjuva milliyetçisi’ olmakla suçlandı.
1948-1952 yıllarında ise Stalin’in antisemitizmi zirveye ulaştı. 1948’de, İsrail’in kuruluşunu Stalin desteklemişti. Ancak İsrail, ABD’ye yakınlaşınca Stalin’in Yahudi topluluğuna olan şüpheleri arttı. 1948’de Sovyet Yahudi liderlerinden Solomon Mikhoels öldürüldü. 1952’de Yahudi Anti-Faşist Komitesi üyeleri tutuklandı ve çoğu idam edildi.
Bu dönemde Stalin, Yahudileri ‘Siyonist ajanlar’ olarak görmeye başladı ve Sovyetler’de büyük bir antisemit kampanya başlattı.
Peş peşe Yahudi yazarlar, akademisyenler, sanatçılar tutuklandı. Ancak en büyük suçlama, 1952-1953 yıllarında ortaya atılacaktı: Doktorlar komplosu…
Aralık 1952’de Sovyet hükümeti, bir grup doktorun Stalin’in en yakınındaki isimleri öldürmek için plan yaptığını duyurdu. Kremlin’de çalışan bu doktorlar, uzun yıllardır Sovyet liderlerine hizmet ediyordu. Ancak Stalin’in gözünde onlar artık Batı’nın ajanlarıydı.
Sovyet gazeteleri günlerce bu komplodan bahsetti. Doktorlar, Amerikan ve İngiliz istihbaratıyla çalışıyor, liderleri zehirleyerek Sovyetler’i içeriden çökertmeye çalışıyordu. Suçlanan doktorlar Yahudiydi…
Dokuz Yahudi doktor tutuklandı.
İşkence gördüler. Kaburgaları kırıldı, tırnakları söküldü, günlerce aç bırakıldılar. Hepsinden aynı şey istendi: Suçlarını kabul etmeleri. Zorla imzalatılan ifadelerde, doktorların “Stalin’i ve diğer Sovyet liderlerini öldürme planları” anlatılıyordu.
Moskova’da Yahudiler korkuyla yaşamaya başladı. Herkes aynı şeyi fısıldıyordu: “Sibirya’da yeni kamplar kuruluyor.” Söylentilere göre, Stalin bütün Yahudileri sürgüne göndermeye hazırlanıyordu.
Peki Stalin gerçekten paronayak mıydı?
Josef Stalin’in paranoyak olduğu tarihçiler ve psikologlar tarafından yaygın olarak kabul edilen bir görüştür. Stalin’in paranoyası, özellikle iktidarının ilerleyen yıllarında artmış ve birçok insanın hayatına mal olmuştur.
Stalin, etrafındaki herkesin ona karşı bir komplo kurduğunu düşünüyordu. 1930’larda başlattığı ‘Büyük Temizlik’ sırasında, eski dostlarını, generallerini ve en sadık adamlarını bile ‘hain’ olmakla suçladı ve idam ettirdi. Lenin’in ölümünden sonra, Troçki, Buharin, Zinovyev ve Kamenev gibi eski Bolşevik liderleri birer birer tasfiye etti. Kızıl Ordu’nun en deneyimli generallerinin büyük çoğunluğunu öldürttü, çünkü ordunun içinde bir darbe olacağından şüpheleniyordu. Bu tasfiyeler, Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşı’nda büyük kayıplar vermesine neden oldu, çünkü savaşacak yetenekli generalleri kalmamıştı. Yakın çevresini sürekli değiştiriyordu. Kültür ve sanat dünyasındaki isimleri, Yahudi entelektüelleri ve bilim insanlarını tehdit olarak algıladı. Ülkenin en iyi yazarları, şairleri ve düşünürleri ya sürgüne gönderildi ya da öldürüldü.
Stalin’in paranoyası, yalnızca Yahudileri değil, Abazalar, Azeriler ve diğer Türk halklarını da hedef aldı. 1944’te Abazalar, Çeçenler ve Kırım Tatarları bir gecede ‘hain’ ilan edilerek sürgüne gönderildi; trenlere doldurulan binlercesi açlık ve soğuktan yolda can verdi. Azerbaycanlı aydınlar ise Pan-Türkist ve ‘Batı ajanı’ damgası yiyerek Gulag kamplarına kapatıldı…
Ancak, Mart 1953’te her şey değişti.
Stalin, 5 Mart 1953’te hayatını kaybetti. İronik olan ise, Stalin felç geçirdiğinde doktorlarının ona yardım edememiş olmasıydı. Çünkü Kremlin’deki en iyi doktorlar hapse atılmıştı!!
Ölümüyle birlikte, Sovyet yönetimi hızla değişmeye başladı. Yeni liderler, Stalin’in korku imparatorluğunu yumuşatmaya çalıştı.
Nisan 1953’te Sovyet hükümeti, Doktorlar Komplosu’nun tamamen uydurma olduğunu açıkladı. Tutuklu doktorlar serbest bırakıldı. Ama işkence görmüş, iftiraya uğramış ve hayatları mahvolmuştu…
Josef Stalin, tarih boyunca en acımasız diktatörlerden biri olarak bilinir. Ama onu diğerlerinden ayıran şey, son derece paranoyak olmasıydı. Etrafındaki herkesi hain olarak görüyordu. Düşmanlarını sürekli abarttı ve olmayan komplolar uydurdu. En sadık adamlarını bile düşman ilan etti ve öldürttü.
Gücü arttıkça paranoyası da büyüdü. Birçok diktatör gibi Stalin de ne kadar güçlü olursa, o kadar çok düşmanı olduğuna inanıyordu. Ama bu düşmanlar çoğu zaman gerçekte yoktu.
Eğer Stalin birkaç yıl daha yaşasaydı, Sovyetler Birliği’nde büyük bir tasfiye yaşanabilirdi. Yahudiler de diğerleri gibi sürgüne gönderilebilir, binlercesi ölüme terk edilebilirdi. Daha fazla doktor, akademisyen ve entelektüel ‘devlete ihanet’ suçlamasıyla kurşuna dizilebilirdi. Sovyetler, yalnızca bir diktatörün hayali düşmanlarıyla savaştığı, korkunun ve ihanetin hüküm sürdüğü bir devlete dönüşebilirdi.
Ama tarih, bazen en acımasız diktatörlere bile bir sınır koyar. Stalin’in ölümü, sadece bir adamın değil, milyonların kaderini değiştirdi.
Ve belki de en büyük ironi şu: Stalin, yıllarca paranoyasının pençesinde kıvrandı, komplo teorileriyle kendi gölgesinden bile korktu. Sonunda, en çok korktuğu şeyin kurbanı oldu: Kendi yarattığı korku imparatorluğu.
Felç geçirip ölürken, ona yardım edebilecek doktorlar ya hapisteydi ya da çoktan idam edilmişti. Bir zamanlar halklarını korkuyla yöneten tiranlar, en sonunda kendi yarattıkları karanlığın içinde kaybolur. Stalin de, kendi inşa ettiği korku labirentinde tek başına ölürken, belki de son bir anlığına gerçeği gördü: Onu öldüren şey, doktorlar değil, kendi paranoyasıydı.