Japonya'da bir duygusal beslenme yolculuğu: Sadelik, sessizlik ve şefkatle doymak

Japonya´ya yaptığım seyahat, bir duygusal beslenme uzmanı olarak sadece kültürel bir deneyim değil; aynı zamanda yeme davranışına dair derin bir iç görü kazanma fırsatı oldu. Bu yazıda Japonların yeme alışkanlıklarını, duygularını saklama biçimlerinin beslenmeye etkisini ve Türkiye´deki alışkanlıklarla aralarındaki çarpıcı farkları tüm detayları ile paylaşmak istiyorum.

Verda ÇAKAN Yaşam
22 Mayıs 2025 Perşembe

Bu yolculukta özellikle Japonların duygularıyla ilişkilerini nasıl yönettiklerini, yemekle kurdukları bağın ne kadar farkındalıklı ve ölçülü olduğunu gözlemleme şansım oldu. Ne yediklerinden çok nasıl yediklerinin, sağlıklı kalmalarında ne kadar etkili olduğunu gördükçe, kültürel alışkanlıkların beden ve ruh sağlığı üzerindeki gücünü daha iyi anladım. Bu yazıda sizlerle Japonların yeme alışkanlıklarını, duygularını saklama biçimlerinin beslenmeye etkisini ve Türkiye’deki alışkanlıklarla aralarındaki çarpıcı farkları tüm detayları ile paylaşmak istiyorum.

Dengeli ve sade:Japonların yeme kültürü

Japon mutfağı, sağlıklı yaşamın temel taşlarından biri olarak kabul ediliyor. Bizler Türkiye’de daha çok Japon mutfağı denilince suşi aklımıza gelmesine karşın Japon mutfağı bizlerin düşündüğünden ve deneyimlediğinden tamamen çok farklı. Sebze ağırlıklı, fermente ürünlerle zenginleştirilmiş ve az işlenmiş gıdalardan oluşuyor. Japon diyeti veya beslenme şekli uzun yaşam süresiyle doğrudan ilişkilendiriliyor. Dikkat çeken bir diğer unsur ise yeme alışkanlıklarında, ‘hara hachi bu’ felsefesidir; yani kişi karnını yüzde 80 oranında doyurur, tamamen tıka basa yemez.

Sofralar sade, ölçülü ve düzenlidir. Bizim kurduğumuz masalarda ise şık, gösterişli ve her şeyden bolca olmasına özen gösterilir. Hatta bir restorana gidildiğinde ‘donat’ diye bir terim vardır. Bu Japonların yeme kültürünün tam tersidir. Onlar ise sessiz ve yavaş yeme kültürünü, farkındalıkla yeme davranışını destekleyen bir beslenme şeklini tercih ediyor. Japonlar, yemeği sadece karın doyurmak için değil, bir duyusal deneyim ve ritüel olarak görüyor. Bu alışkanlık, duygusal açlığın yemekle bastırılmasını da büyük ölçüde engelliyor. Dolayısı ile de fiziksel açlık ve duygusal açlığı çok kolay ayırt edebiliyorlar. Fiziksel açlık hissettiklerinde bile hızlı yemiyorlar, bu onlar için saygısızlık olarak algılanıyor.

Duyguların ardına saklanan disiplin

Japon kültüründe bireylerin duygularını bastırmaları değil, zarifçe yönetmeleri bekleniyor. ‘Honne’ (gerçek duygular) ve ‘Tatemae’ (toplum önündeki davranış) kavramları, bireyin iç dünyası ile dış dünyadaki davranışları arasındaki farkı anlatıyor. Bu ayrım sayesinde insanlar sosyal uyumu korurken, bireysel duyguları da sessizlik ve disiplinle devam ediyor.

Bu bastırma süreci sağlıklı alışkanlıklarla dengelenirse, duygular yemeğe yönelmeden başka yollarla ifade edilmesini sağlıyor. Meditasyon, yürüyüş, doğa ile temas ya da sıcak bir kâse miso çorbası gibi. Japonlar bizlere göre daha sabırlı. Düzene ve kurallara göre yaşamaya önem veriyor. Hatta kuralların dışına çıkmak onlarda bir anksiyete yarattığını bile söyleyebilirim.

Başıma gelen bir olaydan bahsetmek istiyorum. Japonya’nın kuzeyinde Anamori bölgesinde geleneksel Bir Japon oteli  ‘Riyokan’da konakladım. Sabah, altında yanmayı bekleyen küçük ısıtıcısı ile birlikte kocaman bir deniz kabuğunun içinde su ve yüzen iki adet deniz tarağı vardı. Masanın kenarında ise bir yumurta. Yapmam gereken yumurtayı bu sulu deniz tarağı ile pişirip yemekti.

Ancak kahvaltıda böyle bir deneyim yaşamak istemediğim için suyu bir kâseye boşatıp sade bir omlet yapabileceğimi düşündüm. Otelin çalışanlarına söylediğimde tamamen ne yapacaklarını bilemediler. Önce bunu kural dışı ve onların yemeklerine saygısızlık yapılmış olarak gördüler. Sonuçta rica minnet  omlet yedim. Tam olarak bu olayı çözmek bir saatimi aldı. Bizim geleneklerimizde olan ‘yemezsen bozulurum’ karşıdaki kişinin verdiği emekle ilgilidir. Japon kültüründe ise ilk önce yemeğin kendisine saygı ve şefkat duyulması ile ilgili.

Obezite oranlarının düşüklüğü sürpriz değil

Japonya, yaklaşık yüzde 4,5 gibi son derece düşük bir obezite oranına sahip. Bu oranın arkasında yalnızca genetik değil; yaşam tarzı ve kültürel disiplin yatıyor:

*Küçük porsiyonlarla yeme alışkanlığı,

*Fermente ve lifli gıdaların önceliği,

*Aşırı yağ, şeker ve tuzdan uzak durulması,

*Günlük yürüyüş ve bisiklet kullanımının yaygın olması,

*Yemek yeme sürecinin sessiz ve odaklı yaşanması.

Bütün bu unsurlar, hem fizyolojik dengeyi hem de duygusal kontrolü güçlendiriyor. Türkiye’de yemek, sadece bir fiziksel ihtiyaç değil; aynı zamanda sosyal bir aktivitedir. Sofralar büyük, kalabalık ve sohbetlidir. Yemekle duygular arasındaki bağ çok güçlüdür: stres, üzüntü, kutlama, boşluk hissi… Hepsi bir lokmayla sarılmak istenir.

Bu iki kültürün arasındaki beslenme farklılıkları, sadece beden ağırlığı değil; yeme ile duygu arasındaki bağın nasıl kurulduğunu da gösteriyor. Japonlar için yemek; sakinlik, denge ve minnet hissi anlamına geliyor. Bizim içinse çoğu zaman bir duygu boşaltımı, bir kaçış ya da kutlama olarak yaşanıyor.

Sofrada farkındalık, hayatta denge

Japonların yemekle kurduğu ilişki bize önemli bir şey öğretiyor: yemek, duyguların taşıyıcısı değil; bedenin ve ruhun şefkatle beslendiği bir alan olmalı. Sadeleşmek, yavaşlamak ve fark etmek… Belki de ihtiyacımız olan şey tam olarak bu. Duygularla beslenmek yerine, duygularımızı beslemeyi öğrenirsek, sadece bedenimiz değil; kalbimiz ve zihnimiz de hafifler.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün