Emrah Cebecioğlu
Sevgili Şalom Gazetesi Okurları. Sizlere yazmayalı çok uzun zaman oldu. Hayat, gündem, işler derken kelimelerin peşine düşmeyi biraz ertelemişim. Bu esnada Berlin’e taşındım. Berlin İstanbul arası yolculuğa devam ediyorum. Ama bazı haftalar vardır, insan için yazmak değil, susmak daha zordur. İşte bu hafta onlardan biriydi benim için. Yazıya başlamadan önce özel bir teşekkürü biricik Üstadım Beno Abim’e etmek istiyorum. O bana 2 hafta önce bir fikir vermeseydi muhtemelen sizlerle buluşmayı biraz daha erteleyecektim. İlerleyen süreçlerde baş yazarımız Ivo Molinas’ın da müsaadesiyle Berlin’den ve Almanya’dan Türkiye, İsrail, Türk ve Yahudi toplumu hakkında bilgilerimi paylaşmaya çalışacağım.
Geçen hafta haberleri okurken önüme bir paylaşım düştü: “Berlin ile Tel Aviv kardeş şehir oldu.” Gülümsedim. Çünkü bu iki şehrin çoktan kardeş olduğunu bilenlerdenim. Tel Aviv Berlin ve Avrupa’dan gelenlerin acılarıyla kurulmuş bir şehir. Fakat bu acı artık kardeşliğe dönüştü. Daha sonra 9 mayısta bir başka habere denk geldim. Margot Friedländer; Holokost’ta ailesini toplama kampında soykırıma uğrayan ve oradan kurtulabilen az sayıdaki kahramandan olan o güzel insan, 103 yaşında hayatını kaybetmişti. Ve o an, kelimeler kendiliğinden bir araya gelmeye başladı, kendimi burada, sizlerle buldum. Çünkü bu iki haber birbirinden bağımsız değil, aksine aynı duygunun farklı yüzleriydi. Hafızanın, affetmenin, birlikte iyileşmenin sesi gibiydi.
İki şehir birbirine sarılırken, onları sessizce birbirine fısıldayan kadının usulca aramızdan ayrılışına tanıklık ettik. Sanki Margot, anlatması gereken her şeyi anlatmıştı; ve şimdi, geriye kalan sessiz bağı şehirlerin kendisi taşıyacaktı.
Margot’un adını ilk kez üniversite yıllarımda duymuştum. Nazilerden saklanarak hayatta kalan, annesinin ona bıraktığı cümleyi – “Versuche, dein Leben zu machen” (Hayatını yaşamaya çalış) – yaşam felsefesi haline getiren bir kadındı. Yaşadıklarını unutmamıştı ama onu tanımlamasına da izin vermemişti.
Yıllar sonra kendi isteğiyle Berlin’e döndü. “Ich bin nicht zurückgekommen, um anzuklagen. Ich bin zurückgekommen, um zu erzählen.”(“Suçlamak için dönmedim. Anlatmak için döndüm.”) diyordu. Gençlerle buluştu, her konuşmasında hafızayı diriltmekle kalmadı; yüreğimizi de hizaya getirdi.
"Unutmayın. Ama nefrete de teslim olmayın."
O cümle, yıllar sonra Berlin ile Tel Aviv’in arasında kurulan kardeşliğin de ruhu gibi geliyor bana. Çünkü şehirler yalnızca fiziki yapılarla değil, taşıdıkları hafıza ve seçtikleri yönle de kardeş olurlar. Berlin geçmişi inkâr etmedi, aksine sahip çıktı. Tel Aviv, acılardan yeni bir hayat inşa etti. Her iki şehir de, “nasıl yaşanır?” sorusuna kendi cevaplarını aradı. Şimdi, bu iki cevabın bir kardeşlikte buluştuğuna beraber şahitlik ediyoruz.
Berlin ve Tel Aviv’in kardeşliği bana göre bir törenle başlamadı; bir fısıltıyla başladı. Margot’un anlattıklarıyla büyüyen öğrencilerde, geçmişle yüzleşmeyi seçen ailelerde, Tel Aviv’de hayat kurup Berlin’e yürüyen gençlerde çoktan kurulmuştu o bağ.Berlin, geçmişle barışmanın ne kadar zor ama mümkün olduğunu gösterdi bize. Tel Aviv, yaraların üzerine inşa edilen ışıklı sokaklarıyla umudu taşıdı. İkisi de acının içinden geçerek büyüyen şehirler. Ve şimdi biri diğerine “kardeşim” diyor. Ve ben bu sözü duyunca, bir şehrin yıkılmış binalarını değil, yaşanmış hayatları düşünüyorum.
Margot artık aramızda değil. Ama onun sesini bir okulda, bir müzede ya da bir sokak panosunda duymak hâlâ mümkün. Ve belki bir gün, Tel Aviv’den Berlin’e gelen genç bir kız, bir parkta otururken bir taşın üzerine kazınmış o sözü görecek:
"Hayatını yaşamaya çalış."
Bazı insanlar gittikten sonra bile konuşur.
Bazı şehirler hiç tanışmadan da kardeş olur.
Ve bazı sabahlar, kayıplarla kazanımlar aynı yerde buluşur..
Dilerim en kısa sürede Türkiye ve İsrail arasındaki sorunlar da çözülür. Aileler büyüklerinin mezarlarını ziyaret edebilir, insanlar sevdikleriyle, dostlarıyla kucaklaşabilir. Dilerim halkların büyük çoğunluğunun kalbinde olan sevgi siyaset arenasına da taşınabilir.
Berlin’den sevgilerle